27 Aralık 2009 Pazar

Küçük Hesapların Adamı


kimisine göre aptallık. kimisine göre haklı bir eylem. genellikle şartlar sizi buna iter. biraz köylü kurnazlığını da içinde barındırır.

aydınlanma şunun ile başlar;

-anne?
+efendim oğlum?
-evde çikolata falan yok mu?
+yok. ama mandalina var. şimdi onu ye, akşam baban getirir.

daha çocukluktan bu tribe girersiniz. sonrasında buna göre taktikler geliştirirsiniz. sanırım ilk olarak o gün adım atmıştım bu psikolojiye...

ilkokul alış-verişi yapılmış. çanta, önlük, defter, kitap falan. birçok çocuk gibi okula gitcem tribiyle çantayı falan sırtıma takmışım. otobüse bindik eve dönmek için.

-oğlum o çantayı çıkar sırtından da torbaya koyayım. şimdi öğrenci parası ister muavin.
+...

işte, annemin bu lafıyla, bir özel halk otobüsünde başlayan bu yolculuk, ileride tam bir canavar yaratacaktı... neyse, ortaokulda da devam eder bu trip.

-al sana 500.000.
+baba az bu ya?
-idare et oğlum.

her ne kadar 500.000 lira bu devirde üç daire bir de araba parası etse de, o yıllarda sadece bir sosisli ve meyve suyu alabiliyordunuz. ama ben napıyordum? bir süpermarketten kola alıp, çantaya zulalayıp, kantinden de sosisli ya da tost alarak karnımı doyuruyordum. bazen o parayı harcamıyor, internet kafede counter strike oynuyordum. hatta orta sonda euro 2000 çıkartma albümüne, daha fazla paket çıkartma alabilmek adına evden kaşarlı ekmek götürüp, yemek parasını kenara ayırdığım da çok oldu.

lisede de durum pek değişmedi. arkadaşlarla dışarı gezmelerine ya da beğenilen bir şeye para ayırmak için okulda aç kalmalar, iddialar, talih oyunları, ufak çaplı alım-satımlar (oyun, malum tarzda filmler, kullanmadığım hediyeler...) ile yolumuzu buluyorduk. tabi ergenliğin çoşması ile istekler de artıyor. saç jölesi, parfüm, müzik dergileri, imaj değişikliğinin aldırdığı kıyafetler falan... bayram harçlıkları çarçur edilmez, ayakkabı, kot pantolon falan alınırdı.

üniversitedeyken seviye daha da artıyor. içkiye, gezmeye, eften püften şeylere bok gibi para giderken, yeri gelince "amaan orda yemeyelim orası çok pahalı" diyorsunuz. allah'tan devlet üniversitesinde okuyan birçok öğrenci, normalde bu hesapların insanı olmasa da üniversite yıllarında yokluktan bu tribe giriyor. çok göze batmıyorsunuz.

sonra işsizlik kısmı var. işte burada ibreyi sona vurduruyorsunuz. "okul bitti, çalışsın" mantığı ile evden aldığınız para azalıyor. asosyal hayata da bu noktada adım atıyorsunuz.

-kanka gelsene taksimdeyiz.
+yok be abi, canım sıkkın bugün. evde takılacam.
-lan gel...
+eyvallah abi. başka zaman.

akbil 6. duyu organınız oluyor. dolmuş, minibüs gibi araçlara binmek size acayip mantıksız geliyor. bir hatta otobüs varsa, minibüse binilir mi lan? hele taksiden bahsetmiyorum bile. gecenin bir vakti otobüs bittiğinde, gerekirse yarım saat yürüyorsunuz. ama o taksiye binmiyorsunuz! bir yere gidildi mi cepte para yoksa "mmm bugün de hiç içesim yok. ama neyse yalnız bırakmayayım sizi de bir 33'lük içeyim" diyerek yolunuzu yapıyor, biranın ilk yarısını normal seyirde, kalan yarısını, 15 dk'lık zaman dilimleri içerisinde içiyor ve hemen bitirmiyorsunuz. dışarıda yemek yemiyorsunuz tabi ki. ancak çok acıktığınızda yanınızdaki kişiye "şurada çok şirin bir lokanta biliyorum. çok çeşit yemek var. fiyatları da fena değil" diyerek onu esnaf lokantasına götürüyorsunuz.

-nasıl kanka? güzel di mi yemek?
+hacı eşşek eti mi lan bu, 1 liraya köfte mi olur mk?
-ne eşşeği olm? hiçbir şey olmaz. o kadar insan yiyor bak. eheheh.
+(içinden) kodumun mezarcısı...

evet, umut sarıkaya karikatüründe güldüğünüz adam oluyorsunuz.

uçan kuşa borcunuzun olduğu bu dönemde, bir borcu, başka borçla kapayamayacağınız gerçeğini de öğreniyorsunuz.

sonra işe giriyorsunuz. çıkıyorsunuz. giriyorsunuz. çıkıyorsunuz... derken bir işte bir süre devam ediyorsunuz. işte orada rüyadan uyanıyorsunuz. artık cebinizde para var. her istediğinizi yapamasanız da kendi ilgi alanlarınızda birçok şeyi yapabilirsiniz. bu noktada hayata karşı büyük bir bocalama dönemi oluyor. küçük hesapların adamı olmanıza gerek yok artık!? yani artık 25 kuruşluk kahveye, 5 lira verebilirsiniz. artık zamanın paradan önemli olduğunu kavradığınızdan yeri geldi mi dolmuş gibi araçlara binebilirsiniz. artık "pakedi 75 kuruş mk. her gün evde çıkan şey" diye dışarıda yemediğiniz o soslu makarnaları mideye indirebilirsiniz. beğendiniz bir şeyi almak için sezon sonu dönemini beklemenize gerek yok. cafelerde çayı ince belli yerine kupada, barlarda bira yerine farklı içecekleri içebilirsiniz. artık sevgiliniz için, "çiçeğe vereceğim para yerine işine yarayacak bi hediye alayım" demenize gerek yok. çiçeğe bile para verebilirsiniz.

her ne kadar geçmişten kalan alışkanlıkların getirisi olarak, yukarıdakilerin bazıları sizi arada rahatsız etse de, küçük hesapların adamı olmaktan yavaşça uzaklaşıyorsunuz.

yine de bunun güzel bir getirisi oluyor bünyede. her şart altında geçinebilmek, hayatta kalabilmek sizin uzmanlık alanınız oluyor. bir gün, yeniden, cebinizden kelebekler çıktığında, neler yapmanız gerektiğini biliyorsunuz.

18 Aralık 2009 Cuma

Soğur Zamanlar... (Bölüm altı: Çarpışma anı)


Berk istasyona çok yaklaşmıştır. çantası sırtında, gözü yolda, bir an önce trenin yanaşmasını beklemektedir.

Samet ise garda beklemektedir. Ağzında sigara hafiften yağan karın altında, paltosunun yakalarını kaldırmış treni gözlemektedir.

Derken Başkent Ekspresi gelir! Yavaşlar ve durur.

Berk iner trenden. Samet'i görmüştür. Biraz uzaktan, ona doğru bakmaktadır. Birbirlerine doğru yürürler.

-Vaaay dostum nasılsın? Hoşgeldin!
+Hoşbulduk Samet. Sen nasılsın abi?
-Ne olsun ya? Aç mısın?
+Biraz.
-Gel eve gidelim. Kız arkadaşım da bende. Bir şeyler yeriz beraber.
+Eyvallah.

Samet uzun süredir kurguladığı büyük dram anına çok yakındır. Paltosunun cebine soktuğu elleri titriyordur heyecandan. Heyecanını bastırmak için konuşmaya devam eder. Bir yandan yürüyorlardır da...

-Eeee şimdi ne yapalım?
+Hele bir yarın olsun da abi. Sabah ararım diyorum. Bilmiyorum belki ağzını ararım olduğu yeri öğrenir oraya giderim. Sen ne diyorsun?
-Yarın olsun da, bakarız abi. Şimdi bir güzel dinlenirsin.
+Eyvallah abi, sağ olasın.
-Bu arada eve yaklaştık. Şu sokaktan giriyoruz abi.

Apartmandan içeri girerler. Asansöre binerler. Berk ne kadar sakinse, Samet o kadar heyecanlıdır. Çıkmaları gereken 3 kat daha kalmıştır. O 3 kat sanki dakikalar alıyormuş gibi gelir Samet'e. Bir an önce uzun süredir beklediği o anı yaşamayı, o anı izlemeyi bekliyordur.

Asansör durur. Samet kapıyı açar. Anahtarı cebinde olmasına rağmen, kapıyı çalar. Kapıyı İlayda'nın açmasını ve beklenmeyen bir karşılaşmanın yaşandığı o anı bekliyordur. "Geldiiiim" sesi gelir derinden. Berk gözleri yarı uykulu yere bakmaktadır. Samet sırıtmaya başlamıştır. İlayda kapının kolunu çeker.

-Merha... BERK!?

Berk'in gözleri bir anda fal taşı gibi açılır. Başından aşağı kaynar sular dökülmüştür. Bu ve benzeri bir çok atasözü ve deyimin açıkladığı anı yaşamaktadır. Hiç beklenmedik bir anda sert bir tokat yemiş gibidir. Samet'in ise gözlerindeki zevk, tatminkarlık doruğa ulaşmıştır. Hayatındaki en büyük orgazmı yaşamaktadır. Hem de giyinikken ve efor sarfetmiyorken. Derken Berk konuşur...

-Ne... Ne işin var senin burada?

Hala inanmak istemiyordur gerçeğe. İlayda yutkunur. Konuşamıyordur.

-Söylesene ne işin var burada? Cevap ver. Samet ne oluyor burada? İlayda'nın burada ne işi var?
+Sana dediğim kız arkadaşım-dı kendisi...
-Nasıl ya? Nasıl yaparsın bunu İlayda? Neden yaparsın ha?

Bir anda Samet'i içeri iter. Kapıyı kapatıp, boğazına yapışır. Gözleri dolmuş, sesi titriyordur.

-Biliyordun di mi orospu çocuğu? İlayda'nın benim olduğunu biliyordun di mi piç kurusu?
+Bilmez olur muyum göt. Bile bile, isteye isteye yaptım bunu. İstediğimi de çok çabuk aldım doğrusu.
(Berk Samet'in çenesine vurur.)
-Peki neden göt herif!? Neden?
+Haketmiştin bunu Berk. Hatırlıyor musun, dershane zamanında bir kız arkadaşım vardı. Burcu. Hatırladın mı onu?
-Evet. Ne olmuş ona?
+Senin yüzünden bitmişti o ilişki göt herif. O da burada biliyor musun? Şimdi onunla aynı evde yaşayacaktık. Birlikte ve koyun koyuna. Ama senin yüzünde...
-Ben ne yaptım be şerefsiz!?
+Çünkü sana aşık olmuştu. Bunu da bana söyledi biliyor musun? İki senemi verdiğim, bütün hayallerimin ve planlarımın başrolü beni terk etmişti. Senin için. Anladın mı şimdi göt? Ben de İlayda'yı buldum. Çok koştum peşinden ama sağ olsun yormadı beni. Aldı koynuna, yatağına... Devamını ister misin?

İlayda'nın donuk bakışları arasında, Berk on round sonra gaza gelip Ivan Drago'nun amına koyan Rocky gibi dövmüştür Samet'i. Samet her ne kadar ağzı, burnu kırılırken kahkahalara boğulsa da. Berk ağlamaktadır. Yere çökmüştür. İlayda konuşmaya çalışır ancak sesi çıkmıyordur.

-Neden İlayda? Neden yaptın bunu bana he? Neden?
+Sen uzaktayken, ruhlarımız da ayrılmış gibi geldi bir an Berk. O anda da Samet vardı yanımda. Bir an şeytana uydum. Sonra dönemedim bir daha. Ama kalbimi hiç ona vermedim. Kalbim hep seninleydi.
-Ya bir siktir git! Okuyorsun iki-üç saçma sapan kitap böyle Paris'te yaşayan entel ve özgür ruhlu şuh kadın triplerine giriyorsun uyuz oluyorum. İki gün elini tutmadık diye mi bunları yaptın bana? Yazıklar olsun. Sana başka hiçbir şey demiyorum.
+Üşüyorum Berk. Soğuyor her şey. Bu şehir, evim, okuduğum okul, kalbim... Zaman bile soğuyor Berk. Yavaşlıyor, işlemiyor sen yokken.
-İlayda sus artık. 18 yaşındasın. Girme artık yazar triplerine. Soğurmuş. Soğusun. Geber lan! Bana ne bu saatten sonra. Ah ben ne salağım, aaah! Hayatta başarılar İlayda. Sana yakışan bir noktadasın şu an. Çok uzaklaşma.

Der ve çıkar o evden Berk. Aşağıya iner. Eskişehir'de, gecenin kör bir vakti, boş bir sokakta yürüyordur. Lapa lapa kar taneleri de eşlik etmektedir ona. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden ilerliyordur yolda. Gözlerinden akan damlalar bile soğumuştur. Kalbi hariç tüm yaşamı donmuştur.

Bir gün tüm hayatının ısınacağı güne kadar, buzların eriyeceği güne kadar, her şey soğumuştur...

-----SON-----

Ceyyar Film

16 Kasım 2009 Pazartesi

Melisa ve Selvi



Çok klişe bir hikayenin farklı bir penceresinden bakış olacak bu yazı için, "zengin-fakir" ayrımının yaş tanımadığını girişte belirterek bir başka klişeye imza atayım. Neyse, mevzuya gelelim.

Sene 1996 gibi. İlkokul 4. sınıftayım. Bayağı kalabalık bir sınıf var. Farklı gelir ve kültür düzeyine sahip insanlarının çocuklarının karışık bir şekilde yer aldığı bir sınıf. Öğretmen çocuğu da var, kapıcı çocuğu da, mühendis çocuğu da... Sınıfta bir kız var. Adı Selvi. Çirkin bir kız çocuğu. Üstünde eski-püskü bir önlük. Saçını iplik ile bağlıyor. Ayakkabısı yırtık ve çamurlu. Derslerde başarısız. Kimsenin muhattap olmadığı birisi. Herkesin dalga geçtiği, arkasından "bitli, pis" gibi şeyler söylediği bir kız.

Bir de Melisa var. Zaten isimden bile nasıl biri olduğunu hayal etmişsinizdir. Güzel yüzlü, temiz pak önlüklü, marka kırtasiye gereçleri kullanan, süslü-püslü çantası olan, sınıfta herkesin sevdiği, derslerinde başarılı, o zamanın popülerlik şartları içersinde beraber takıldığı kız arkadaş grubuyla bayağı havalı bir çocuk.

Bir gün sınıftaki kavgaların artması ve yan yana olanların bayağı bir sohbet havasına bürünmesi üzerine, öğretmen yerleri değiştirmeye karar verir. Bir dizi değişiklik ardından yerinden memnun olmayanlar vardır. Kimler memnun değil sorar öğretmen. Bunlar arasında Selvi de vardır. Sıra ona geldiğinde "kiminle oturmak istiyorsun?" der öğretmen. Selvi gülümseyerek "Melisa" der. İşte o an gözümü Melisa'ya çevirdiğimde sanırım kadınlara ilk kez uyuz olduğum anı yaşamama neden olmuş bir hareketle karşılaşırım. Sanki yolda gördüğü bir at bokuna bakar gibi, kokusunu içine çekmiş gibi, tiksinerek bakar Selvi'ye. "Yok öğretmenim, ben onunla oturmam" deyiverir en şımarık haliyle. Onu kuvvetle muhtemel tanımıyordur. Büyük ihtimal hiç konuşmamıştır. Sadece adını bildiği ve tiksindiği bir kızdır. Selvi'nin yüzü düşer. Hayatında yaşadığı belki ilk kırgınlıktır bu. Ama son olmadığından bayağı bir eminim.

Her ne kadar "aman ya çocuklukta olur böyle şeyler" diyecek olanlar olsa da, tepkinin ne kadar da içten gelen ve bir 10 yıl sonra da benzer bir olay yaşansa tekerrür edebilecek bir sahne olduğunu görmek için, müneccim olmaya gerek olmadığını söyleyebilirim.

İşte böyle. "Fahişelik" insanın ruhunda bulunur malesef ve doğuştan gelir. Her yaşta dışa vurumu farklı olur. En önemlisi de Bakidir.

15 Kasım 2009 Pazar

Soğur Zamanlar... (Bölüm beş: Sana Rahat Uyku Yok!)


Başkent Ekspresinin kalkmasına birkaç dakika kalmıştır. Berk garın büfelerinin birinden aldığı bayat sosisliyi yemektedir. İlayda'ya haber verip-vermemek arasında gidip gelmiş en sonunda sürpriz yapmaya karar vermiştir. Geleceğinden Samet haberdardır sadece. Sabırsızlıkla Berk'i beklemektedir.

Berk trene geçer. Suyundan bir yudum alır. Trendeki öğrenci çiftleri izlerken yüzünde düşünceli bir ifade vardır. Aslında yaptığı her şey saçma gelmektedir ama attığı adımın devamını getirmek isteğindedir. Hareketten kısa bir süre sonra Samet'e mesaj atar. "ok kardeşim. Bekliyorum" yanıtını alır. Ve yolu izlemeye koyulur. Tam o sırada Eskişehir'de;

-Hareket etmiş mi tren?
+Evet. Gelmesine yakın gara geçerim ben.
-Hmmm ok. Nası bir tip eleman?
+İyidir ya. Muhabbeti falan güzeldir.
-Hayret sen sevmezsin genelde arkadaş muhabbetlerini. Demek hakikaten kafa birisi. E tanıştırırsın artık bizi de, meşhur arkadaşınla.
+Tanıştıracağım tabi, ayıp ettin.

İlayda hala ismi sormaya çekinmektedir. Berk yanıtını duymamak için, "adı neydi?" diyememiştir. Bir yandan da kuruntu yaptığından emindir.

Samet ise 80'de oyuna Semih'i sokan Fatih Terim gibi düşüncelidir. Acaba aldığı bu risk ile beklediği golü atabilecek midir? İlayda ile Berk karşılaştığında, şok anı sonrası neler olacaktır. Hepsini kafasının içinde ince ince işlemektedir.

Berk ise çoktan uykuya dalmıştır. Ne kadar uyku denebilirse artık... Her seferinde gördüğü rüyalar, kabuslara dönüşmektedir. Sıçrayarak uyanmakta, sonra tekrar uykuya dalmaktadır. Ancak bu olayı sürekli yaşamaktadır. Arada bir, gözleri mahmur dışarıya bakar. Karı gördükçe içi üşümektedir. Kar sanki zamanı da etkilemektedir. Dakikalar da sanki soğuktan etkilenmişçesine üşümektedir. Zaman soğumaktadır. Kafasından tıpkı benim gibi cümleler geçiren hisli çocuğumuz Berk, ufak not defterini çıkartıp bir şeyler karalamaya başlar.

Eskişehir'de ise yatakta uzanan iki cansız beden vardır. Birbiriyle konuşmayan, yabancı, soğuk ama yanyana iki beden. Düşüncelere dalmıştır ikisi de. İkisinin de düşüncelerindeki adam aynıdır. Ancak düşüncelerin senaryoları, sözleri, durumları, kahramanı ve düşmanları farklıdır. Samet sessizliği bozar;

-Ne düşünüyorsun?
+Hiiiç. Ya sen?
-Hiiiç. Bi şeyler mi yesek?
+Olur.

Berk bu sırada uykuya dalmıştır. Uykusundan sıçratacak bir kabus olmasa da ortada, yine de mutlu, deliksiz ve sakin bir uyku içerisinde değildir.

Devam edecek...

29 Ekim 2009 Perşembe

Hiç

Yapması biraz zor.

-N'apıyorsun?
+Hiiç...

Hiçbir şeye dokunmadan durmak sanıldığının aksine zor. Yorucu. O kadar yorucu ki, eşek kadar çalıştığınız mesai saatlerini, okul yıllarında sınava sıfır bilgi çıkmamak için uykusuz geçirdiğiniz geceleri, taşınırken kaldırdığınız ağır kolileri ya da hiç elinizden gelmese de mecbur olduğunuzda mutfakta bir şeyler yapmaya çalışmalarınızı unutun. Bu hepsinden de yorucu. Pas tutuyor vücudunuz. Eklemleriniz. Kemikleriniz. Her bir hareketiniz.

Öylece mal gibi oturuyorsunuz. Sağa sola bakınıyorsunuz. Ve çok yorgunsunuz. İşin en kötü kısmı ise, vakit geçirmek için başvurduğunuz "hiç"i yaparken, vakit hiç geçmiyor. Saat ilerlemiyor.

Elinizde ne yapacak bir şey, ne de o şeyi bulmak için, içinizde bir istek var...


25 Ekim 2009 Pazar

Soğur Zamanlar... (Bölüm dört: Gel bakalım)

-Alo?
+Berk?
-Samet! Naber abi?
+Aeaae... bir saniye... heh, balkona çıktım da. iyidir senden naber?
-Ne olsun ya sürünüp gidiyoruz işte. Nasıl gidiyor lan okul? Ortamın falan nasıl?
+İyi be kanka. Takılmaca işte. Sen neler yapıyorsun?
-Ne olsun ya. İstanbul'da sürünüyorum işte. Ya İlayda vardı, dershanedeyken hep bahsederdim fotosunu falan da görmüşündür.
+Heee evet hatırladım kanka.
-Onla bir süredir aramız bayağı kötü be. Ben de dedim ki Eskişehir'e mi gitsem? Böyle ne ayrı, ne barışık olmuyor. O da gelmiyor buraya. Benim gelmem lazım.
+Hmmm anladım kanka. E gel bence de.
-Geleyim de pek tanıdık yok orada be abi.
+Tamam be oğlum, ben varım işte. Cuma-cumartesi gel işte.
-Eyvallah kardeşim, süpersin. Ararım ben seni yine.
+Ne demek abi. Bekliyorum.
-Görüşürüz.
+Görüşürüz.

Telefonları kapatırlar. Samet son bir söz daha söyler.

-Gel amına koyduğumun...

Berk, Samet'in bu "güzelliğine" bayağı bir sevinir. Gitmesine 3 gün vardır. Hemen hazırlanmaya başlar. İlayda ile nasıl karşılaşacağının, ona neler söyleyeceğinin planlarını yapmaya da koyulmuştur bir yandan. Bu sırada Eskişehir'de...

-Kimdi arayan aşkım?
+Hiç ya. İstanbul'dan salak bir arkadaşım vardı da, o aradı. Buraya gelmesi lazımmış, ben de gel bende kalırsın dedim.
-Hmmm ne zaman gelcek? Ne kadar kalır ki?
+Cuma gelir herhalde. 2-3 gün kalır en fazla ya. O da okuyor.
-Nerede?
+İstanbul Üniversitesi.

İlayda bir-iki saniyeliğine
kontrpiyede kalır. Berk gelmiştir aklına. O kişinin Berk olma ihtimalini düşünmüştür. Samet o birkaç saniyelik felç durumunu gözlerinden okur İlayda'nın. Tam olarak istediği etkiyi yaratmıştır.

-N'oldu balım? Kaldın öyle?
+Aman aklıma bir şey geldi de birden. Neyse ya, kadehler bittikten sonra yatalım mı?

-Olur aşkım...

Yaklaşık yarım saat daha otururlar. Sonra yatak odasına geçerler. Sarılıyorlardır aşık gibi. Oysa ki ikisi de ne aşıktır ne de bağlıdır birbirlerine. Her ikisinin aklındakiler farklı olsa da, yanyana geliş amaçları aşk ya da sevgi değildir. Bu sırada Berk ise hayallere dalmış vaziyettedir. İlayda'yı düşünür. Yanında olmayı, ona sarılmayı, öpüşüp-koklaşmalarını, ufak oynaşmalarını, sevişmeye başlamalarını... Hayallerinde İlayda'nın yanındaki kendisi olsa da, o an; aşıkının yanında bu düşünceleri canlandıran kişi bir başkasıdır...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Soğur Zamanlar... (Bölüm üç: Gizemli Adam)


-Aşkım?
+Balım...

Kısa bir sarılma ve karşılama merasiminin ardından Samet içeri girer. Samet kısa sessizliği hemen bozar.

-Neden gözlerin yaşlı balım?
+Ya aşkım, film izlemiştim de. Biraz etkilendim işte.
-Kıyamam bir taneme. Ne izledin?
+I am sam.
-Hmm ben de çok severim onu.
+Bir şey içer misin?
-Şarap aldım aşkım.
+Muck! Süpersin bir tanem!

Migros'un fırsat reyonundan alınmış "Dikmen" şarabı servis etmek için mutfağa gider ilayda. Samet İlayda'nın telefonuna bakar. Mesajlar bölümünü açar. Berk'in son mesajını görür. Yüzünde; şutu, direğin az farkla yanından dışarı giden piç forvet bakışı vardır. Hemen girdiği yerden çıkar ve telefonu geri bırakır. Tam bu sırada, şarap, kadehler ve çerez kasesi ile İlayda girer içeri.

-Aşkım bir konser dvd'si falan açalım mı?
+Olur balım. Neler var.
-Ya David Gilmour'un "Remember That Night" dvd'si var, olur mu aşkım?
+Aaa çok severim. (iç ses: Benim en sevdiğim pf üyesi Roger Waters'tır mk.)

Onlar dvd'yi izleyedursunlar, İstanbul'da durum hiç de iç açıcı değildir. Berk evden çıkar. Mahallede, köşebaşındaki arkadaşlarının yanına gider. Bir bira alır. Başlar muhabbete.

-Kanka beni uyuz ediyor ama seviyorum işte anasını satayım.
+Kanka seviyorsan git konuş bence.
-Nası yani? Allah'ın günü konuşuyoruz ya lan?
+Salak! Eskişehir'e git diyorum.
-Heee... Ama ya görüşmek istemezse? Hem n'apıcam orada?
+Hiç tanıdık yok mu lan orda?
-Hmmm. Kim var? Aaa! Benim dershaneden arkadaş vardı lan.
+Tamam oğlum işte. Ara onu. Para da sorun etme, biz de atarız bir şeyler.
-Eyvallah kanka.

Berk hemen dershanedeki kankasını arar. Birçok dershane arkadaşlığı gibi, onların kankalığı da öss'den sonra bitmiştir. Uzun bir çalma süresinden sonra;

-Alo?
+Berk?
-Samet! Naber abi?

Devam Edecek...

7 Eylül 2009 Pazartesi

Özlem...

Veda geçici de olsa, ayrılığın ilk saniyesinden başlayıp, kavuşmaya kadar süren, can acıtan bir duygu. Ancak bittiği zaman güzel bir duygu olduğuna kanaat getirebiliyorsunuz. İçindeyken sadece boynunuzu büküyor.

20 Ağustos 2009 Perşembe

The Nightmare Before Ramazan


Her sene olduğu gibi, bu sene de 11 ayın sultanı ramazan geldi çattı. Git gide daha da sıcaklaşan ramazan, bu sene ağustosta başlıyor. Efendim bu ne demek?

Her sene duyduğumuz, hemen hemen oruç tutan herkesin söylediği "açlık tamam da susuzluk çok zor oluyor ya!" cümlesini bu sene daha sık duyacağız. Günde en az 5 kişiden duyacaksanız bunu. Aslında çok da haksız değil bu klişe. En azından ağustos ayı için. 35 derece sıcakta günde 12 saat aç-susuz durmak kolay değil sonuçta.

Tabi ki oruç sadece yeme-içme durumu değil. Bunun içkisi var, küfürü var... Birçok şeyden uzaklaşıyor insanlar, kimisi sırf dinin farzı olduğu için, kimisi 1 aylığına da olsa huzuru (huzur içimizde!) bu şekilde aradığı için. Ama bu da neye tekabül ediyor?

-Bozulan sinirler!

Evet. Artık etrafımız, elinde bir elektirikli testere olsa çevresindeki herkesi doğrayabilecek derecede siniri bozulmuş insanlarla dolacak. Zaten gergin olan insanlar iyice gerilecek. Kanımca ramazanın en tehlikeli yanı da bu. Özellikle çalışan insanlarda tahammül namına bir şey olmayacaktır. Aman diyeyim.

Bir de mideye yüklenme durumu söz konusu. Bütün gün aç kaldıktan sonra, yemeklere saldırıp bir anda masayı silip süpürünce, sıkışan kalpler, ağrıyan mideler çoğalıyor. Ölen var lan bu yüzden. Buna da dikkat!

Kısacası içinde birçok güzellik de bulunduran ramazanın bu tarz tehlikeli yönleri de var. Onun içün, orucunuzu tutun, yemeğinizi yavaş yavaş yiyin, akşam nargile için, fasıla gidin, vakitlice eve dönün ve olaylara karışmayın!

13 Ağustos 2009 Perşembe

Soğur Zamanlar... (Bölüm iki: Kapıda biri var)


Nescafe kupasını masaya bırakır İlayda. Laptop'unu alır kucağına, "eski günler ;)" isimli fotoğraf dosyasını açar. Berk'le olan fotoğraflarına bakar. Yıldız Parkı'nda ördeklere bakarken Berk'in havuza düştüğü günü, Büyükada'da fayton turu yaparken turistlere el salladıkları o mini geziyi, babasının Silivri'deki yazlığında yaptıkları mini tatili, İstiklal'de gezinirken acıkmaları ve ceplerinde para olmayışları üzerine simit sarayında çaysız simitle idare ettikleri öğrencilik günlerini hatırlar. Hüngür, hüngür ağlamaktadır. Mesaj atar Berk'e;

"Seninle geçen günlerin kıymetini bilemediğimi biliyorum Berk. Ama burada olmam lazımdı, kaçmalıydım bir şeylerden. Nefes almalıydım Berk. Anlıyor musun? Nefes almalıydım..."

Berk bu "üç noktalı" mesajlardan bıkmıştır artık. İlayda'nın daha 18 yaşında kendisini Andy Warhol'un yanındaymışçasına entel bir hayatın içine atma çabasını, okuduğu kitapların, izlediği filmlerin kahramanlarının yaşamlarına özenmesini ve hepsinden öte Nutella sanki dünyanın en güzel yiyeceğiymiş gibi 7/24 onunla beslenmesini anlamıyordur. Ama aşıktır Berk. Onun yolunu izleyecektir. Şöyle;

"Kadınım! Sensiz dört duvar arasında, ağlayan pencerelere bakarken gündoğumunu sanki bir cenaze gibi izliyorum. İliklerim çürümüş. Yorgunum. Ne oldu da biz bu duruma geldik? Az mı sevdik? Çok mu sevdik? Biz nerede hata yaptık?"

diye bir mesaj atar. İlayda'nın Demet Akalın dinlemeyeceğinden emindir ve bu şarkının sözlerini de yazmıştır mesajında. Demet Akalın şarkısı olduğunu duysa, çoktan tuvalete gidip kusacak olan İlayda, sanki bir Poe şiiriymiş gibi etkilenir bu sözlerden. Kendi kendine tekrarlar; "Seni seviyorum Berk! Seviyorum..." Ağlamaktadır hüngür, hüngür. Son mesajı;

"Berk bana tek bir şey söyle"

şeklinde olmuştur. Berk'in yanıtı gecikmez;

"Seni seviyorum..."

İlayda "seni seviyorum" cümlesinden ve bilhassa "üç nokta"dan etkilenir. Daha çok ağlar. Derken İlayda'nın kapısı çalar. İlayda gözlerini silerek kapıya yönelir. Kapıyı açtığında karşısında şunu söyleyen bir ses vardır;

"Aşkım?"

Devam Edecek...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Soğur Zamanlar...


Bu bir aşk hikayesi... Bohem hayatın gerçekleriyle yüzleşmiş iki gencin zorlu aşk hikayesi. Başlayayım üçüncü şahıs olarak anlatmaya.

Efendim, çiftimiz Kabataş Lisesi'nde tanışıp, birbirini sevmiş iki adet gençten oluşmaktadır. İlayda ve Berk. Öss ayırmıştır yolları. Berk İstanbul Üniversitesi-işletme kazanırken, İlayda Eskişehir Anadolu Üniversitesi-Reklamcılık kazanmıştır. Uzak mesafe ilişkisinin taşlı yollarında düşe, kalka hayatlarına devam eden iki genç lisedeki o çılgın, o sıradışı, o çocuksu aşklarını özler olmuştur. Ayrılıp, barışmalar bile başlamıştır. Son ayrılığın ardından bir mesaj gelir Berk'in telefonuna.

Her şey, İlayda'nın attığı o mesajla başlar...

"Kar sanki içime yağıyor Berk. Üşüyorum. İçim üşüyor... Şimdi "Puffy" ile resimlerine bakıyoruz. Bir yandan nutella yiyoruz Puffy ile. Gerçi ona ciğerli whiskas ile yediyorum ya her neyse... Özlüyorum seni Berk. Her şeye rağmen özlüyorum. Ve üşüyorum sensizken. Nasıl oldu da soğuduk?"

Berk okuyunca sinirlenir. Tam manasıyla deliye döner. Hemen yazmaya koyulur;

"E soğur tabi! Hayret bir şey ya! Kalktın gittin Eskişehir'e ne olacaktı? İkimize de yazık ettin İlayda, yazık ettin..."

İlayda bu mesaj karşısında şaşkındır. Biraz da kırılmıştır. Gözünden iki damla yaş süzülür. I-pod'undan "Portishead - Sour Times" açar ve kahvesinden bir yudum alır...

Devam Edecek...

7 Ağustos 2009 Cuma

Piyon ve Mat


"Herkes kendi hayatının başrolündedir."

Mevzuya bu yönden bakacaksak, ben de şunu söylüyorum. Tamam belki başrolde ben varım. Oyun "ben" üstüne kurulu. Ama ben hiç şah olmadım! Olamadım.

Geçmiş döneme bakıyorum. Şahı da başka, veziri de başka. Koca götlü fili de başka, sadece "L" şeklinde koşturulan atı da. Nasıl bir oyunsa bu, ben de anlamadım, baş rolü piyon. Yapılması gerekeni yapan, çok fazla seçeneği olmayan, ileri doğru küçük adımlar atmaya çalışan, yanlış adım attı mı geri dönemeyen, yeri geldi mi sağa-sola bile kaçamayan basit bir piyon. Karşı kaleyi fethedip, en azından vezir olma hayalini barındıran, ancak bunun hayalden öteye gidemeyeceğini bilen bir piyon. Hep piyon olarak kalacak bir piyon.

Dolayısıyla her bir düşüşte mat oluyorum. Daha kalelerim düşmeden, vezirim hareket etmeden, dandik atım "L" çizmeden ve şahım götünü kaldıramadan kaybediyorum.

26 Mayıs 2009 Salı

Boş Kavanoz


Genelde içi dolu olan, bazen acı bir salça, bazen toz şeker barındıran herhangi bir kavanozun, boşaltıldıktan sonra, yıkanıp, kapağıyla birlikte bir rafa kaldırılmasını düşünün. Çok ilgi çeken bir şey değil belki ama aslında bir insanla gayet benzerlik gösterebiliyor kavanozlar. En azından bazı durumlarda.

Hani bazen içinizin boşaltıldığını hissedersiniz ya. Sanki içinizdeki tüm organlar sökülmüş, ruhunuz çıkarılmış da, boşaltılmışsınız gibi. Hayat enerjiniz gitmiştir. Hiçbir şey yapmak istemiyorsunuzdur. Elinizi kaldırmaya derman yoktur... Oysa ki siz maden işçisi değilsinizdir. 16 saat mesai falan yapmamışsınızdır. Hatta hiçbir bok yapmamışsınızdır. Ancak çok yorgun hissedersiniz. Cansız, enerjisiz ve hepsinden öte boş. Üstelik bu duruma gelmenizde bir sebep de yoktur. Zaten bunu bilmek daha da boşaltır içinizi. Zira canınızı sıkan şeyin ne olduğunu bilmediğinizden, onu ortadan kaldırmak için, onun üstüne gitme gibi bir şansınızda yoktur. İçi boşaltılmış, yıkanıp, temizlenmiş, bir süreliğine rafa kaldırılmış bir kavanozsunuzdur. En kısa sürede tekrar enerji toplamak amacıyla doldurulmayı beklersiniz.

15 Mayıs 2009 Cuma

Odada Yaşamak


Tadından yenmiyor.Yaşamsal bir takım gereklilikler dışında dışarı çıkmıyorsunuz odadan. Yoksa yemek, uyku, yatma, kalkma, oturma gibi her türlü şeyi odanızdan yapabiliyorsunuz. Hele ki bilgisayar+internet varsa, olay tamamdır. Hiçbir şeye ihtiyacınız yok. Oh, mis...

Tamam kendimi kandırıyorum. Asosyalliğin bokunu çıkartmış durumdayım. Kriz en çok beni vurdu lan! Yeter artık, adam olsun. Öhm... Neyse.

Bu asosyal yaşamın başlıca şartı bundan keyif almaktır. Yani pc başında 10-15 saat geçirmek, eğer keyif almadığınız bir şeyse tam bir işkence olabilir. O zaman da yazık, olur. Bu sebepten insan, bazen mecbur kaldığı bu yaşam tarzına alışmış ise ancak öyle sıyırmadan kurtulabiliyor.

Hoş bazı, bazı halüsinasyon gördüğüm de oluyor. Ama çok mühim şeyler değil bunlar. Di mi kanka? Lan!?

11 Mayıs 2009 Pazartesi

21 Yaş


Nasıl geçtin anlamadım. Hakkında bildiğim tek şey beni ziyaret eden en kötü misafir olduğun.


Saçma sapan günler yaşadım seninle.
Hayatımın en sıkıntılı, en sikko, en çer-çöp zamanları seninle geçti.
Depresyonu bile tanıdım sayende. Oysa eskiden eğlendiğim bir kelimeydi benim için.
Zaten harita gibi olan yüzüme, bir çizik daha ekledim. Yeterince çirkin değilmişim gibi. Neyse bu çok önemli bir ayrıntı değil.
Mutlu olduğumu sandığım günler oldu, gerçekten mutlu olduğum günleri de son anda, sen gitmeden alabildim senden. ama ortası çok büyük bir boşluk. O mutsuzluk boşluğunda seninle çok kaldım.
İleride ismimin önünde yer alacak o sıfatı hala belirleyemedim. sen de yardımcı olmadın buna. Hatta geçen seneden kötü durumdayım bu konuda. Sermayem olsa züccaciye dükkanı açacağım anasını satayım.
Senden önce karşı koymayı başardığım sigarayla da, yine seninle tanıştım. Çok kötü kokuyor, bazen öksürtüyor. Hakkaten bulaşmamak lazımmış buna.
Çok yaram vardı. Seninleyken açılan, senden önceden kalan... Çok vardı gerçekten. Kimisininden eser kalmadı, kimisini iyileştirmekle meşgulüm, kimisi ise hayatımın sonuna dek benimle kalacak galiba.

Daha örnekler de var çoğaltılacak. Ama uzatmanın alemi yok sanırım. Görüldüğü üzere bana verdiğin pek bir şey yok. Hatta senden sonra daha kötü oldu, birçok şey... Neyse yine de vermiş olduğun bir parça daha olgunluk ile yetineceğim sanırım.

Selametle...

1 Mayıs 2009 Cuma

Köpek Aranıyor!


Firmamız iç ilişkilerinde, biz işverenlerin götünü kaldırmak aynı zamanda yıkama&yağlanması sağlamak amacıyla firmamıza köpek alınacaktır. Ekibimize katılacak adaylarda aranan özellikler şunlardır;



-Üniversitelerin iletişim fakültelerinden mezun, ayrıca master yapmış,

-Şirket köpekliği konusunda 5 yıl deneyimi olan,

-En az "advanced" seviyede İngilizce bilen,

-MS Office programlarını çok iyi kullanabilen,
bunun yanında bize lazım olmasa da photoshop da bilen,

-Türkçe’yi iyi kullanan, dilbilgisi kurallarına ve yazı diline hakim,

-Pratik,hızlı düşünen,çalışkan, güleryüzlü, insan ilişkilerinde başarılı, gerektiğinde sürünebilen,

-Erkek adaylar için askerliğini tamamlamış,

-Kadın adaylar için yeri geldi mi, kucakta hoplayabilen,

-İyi kahve falı bakabilen (yemeklerden sonra, şirket içi motivasyonu arttırmak için yapıyoruz.)

-İyi şakira dansı yapan (patron çok seviyor, kemer de var merak etmeyin.)

-Kendisinden çok şirketinin menfaatlerini düşünen...

Köpekler aranmaktadır!

Maaş: Asgari ücret+ yol + yemek (3 ay sonunda belki sigorta)

Dipnot: Bayan adayların yanlarında jartiyer getirmesi mecburidir.

28 Nisan 2009 Salı

God Hates Us All!

Cenabetliğin doğuştan gelen bir kavram olduğunu daha iyi idrak ettiğim şu günlerde, toplumdaki "loser" sayısında ciddi bir artış olduğunu gözlemekteyim.

Ne bileyim okul hayatı olsun, iş hayatı olsun, bir türlü aktif olunamayan iş hayatı yani işsizlik olsun, bunların dışındaki sosyal hayatınız olsun, spontane bir şekilde gelişen günlük olaylar olsun... Ulan bir insanın her şeyi mi kötü gider be? Gerçi iyi giden bir-iki şey de var çok şükür, ancak onlardan bahsedip, gidişatını değiştirmeye gerek yok.

Tanrım beni pek sevmiyorsun sanırım ama yine de şükrediyorum. Duy artık beni. Lütfen...

"Ya Rabbim feryadımı artık duysan diyorum,
Senden ya bir sabır, ya bir ümit bekliyorum..."

23 Mart 2009 Pazartesi

Güven?

Bazı hayvanların elinde oyuncak olabilen, bir kere kayboldu mu bir daha zor bulunan bir kavram. Mevzu bahis ikili ilişkilerse, genelde "aptal" yerine konulduğunuzu anladığınız an, kayboluyor. İlla gönül meselesi olmasına gerek yok. Arkadaşlıkta ya da işle alakalı ilişkilerde de bu böyle malesef.

Ve malesef kimin güvenilir, kimin güvenilmez olduğunu anlamak için karşınızdakine en az bir kez güvenmeniz gerekiyor. Genelde verdiğiniz güven kırılıyor. Onu kırmadan muhafaza eden ise çok az bulunuyor.

25 Ocak 2009 Pazar

Kapılar Ve Odalar


Bir Cuma akşamıydı, açtım kapılarını aklımın. Daldım içeriye. Ortalık çok dağınıktı. Toplamaya kalktım. Altından kalkamadım...

Hatıralar Odası’nı gezdim önce. Çok fazla kırık hayal vardı. Çoğu yerlerdeydi. Basık, karanlık bir atmosferi vardı. Çok fazla duramadım. Çıkarken pantolonumun paçalarına gözyaşları sıçradı. Silkeledim. Kapıyı dışarıdan kapadım.

Duygular Odası’na girdim sonra. Tam bir renk cümbüşü! Ama çoğunlukla siyah var gene. Üstünde ise mavisi, yeşili, kırmızısı... Çok değişken. Bir anı, bir anını tutmaz olmuş. Yalnız dikkatimi çekti, yeşil olanlar hep çürüyor bir süre sonra. Kırmızılar da siyaha dönüyor. En sonunda kapıyı fark edebildim de, çıktım oradan da.

Görünenler Odası vardı sırada. En gerçeğe yakın yer orası. Bir ekran düşünün. Dev bir ekran. Gözlerinizden izliyorsunuz dünyayı. Ağzınızdan çıkanları duyuyorsunuz. İnsanların söylediklerini... Ama duygularla farklılık gösteriyormuş. “Kırmızı bir muhabbet” çıksa da ağzınızdan, duygular odasındaki rengi siyah aslında. Nerden mi biliyorum? Görünenler odasından içinizi de görmeniz mümkün.

En son Kumanda Odası’na girdim. Muhteşem bir şekilde işleyen bir makine gibi. Her tarafta düğmeler, kablolar... En son büyük kırmızı düğmeyi gördüm. Yaklaştım. “Acil durumlar haricinde kullanmayın” yazıyordu üstünde. Az sonra yabancı bir apartmanın tüm zillerine basıp, kaçacak bir çocuğun heyecanı ile yaklaştım düğmeye. Bastım. Her şey durmuştu. Tüm çarklar, tüm o sistem. Koşarak kaçmadım, yavaş adımlarla ilerledim. Ana kapıya gelmiştim. Aklımın kapısına. Kapıyı kilitledim, çık
tım. Anahtarı da bir köşeye savurdum. O gün, bugündür uğramıyorum aklıma.