1 Aralık 2012 Cumartesi

Rabarba



Set ortamı iğrençtir. Herkes birbirine bağırır, hakaret eder, ast, üstüne yalakalığın kralını yapar. Hani az önce "aptal gerizekalı, siktir git" diyen şefine, "al abim, sana çay getirdim" yavşaklığında insanlar düşünün.

Saatlerce mal kolisi gibi beklersin bir köşede, sonra bir anda bir şeyleri yetiştirme zorunluluğunda olursun, deli gibi koşuşturmaya başlarsın. Anormal saatler kalırsın sette. Bazen 24 saati devirirsin. Garip bi şekilde orada bayılmadan çalışırsın. Sonra serviste, metrobüste, bir kenarda uyuyuverirsin. O saatten sonra her yer yatak olur sana.

Aptal da vardır sette çok. Bayağı, bildiğin, iki kelimeyi bir araya getiremeyen, herhangi bir konuda bir bilgisi veya fikri olmayan, yıllardır bu işte çalışmasına rağmen saçma sapan sorular soran, ortalama her insanın bir köşesinden tutabileceği bir işi beceremeyen aptal insanlar vardır. Ve onlar senden kıdem olarak yüksektir bazen. Eee saniyede 1000 dil darbesi atma gibi yetenekleri tüm aptallıklarını kapatır.

Dün, -isim vermeyeyim- bir dizi setine günlük olarak desteğe gittim. Bu söylediklerim elbette vardı. Ezbere iş yapan yönetmen ve ekip şefleri, yeteneksiz reji, yetersiz teknik elemanlar vardı birçok yerde olduğu gibi. Üç saatte bitecek işi on saatte bitirebilmek, akşam paydos etmen gereken sette sabahlamak her babayiğidin harcı değil tabi. Ama bunlar olur. Her zaman oluyor. Bir insan işinde kötü olabilir, yetersiz olabilir, yeteneksiz olabilir. Ama insan olacaksın abi!

Saat geceyi geçmiş, sabahı bulmuş, insanlar zombiye dönüşmüş, sen ortalarda hayvan gibi yırtınıp, çığlık, çığlığa bağırıyorsun. Figüranları tartaklıyorsun. Onları, o üç kuruşluk beyninle kendinden küçük görüp, aşağılıyorsun. Hakaret ediyorsun. Neden? Çünkü sen yönetmen asistanısın ortalığın anasını sikebilirsin. Ufacık çocukların işini erken bitirip yollamak yerine, son saniyeye kadar sette tutuyorsun. Onlara da itiş kakış eşliğinde bağırıyorsun. He senin başındakin de seni aşağılıyor tabi. Hakaretler ediyor, emirler yağdırıyor. Sen de "piki hocam" diye pervane oluyorsun götünde. O yavşak, sen ondan daha yavşak, böyle sürüp gidiyor...

Kısacası henüz iki senedir bu piyasada olmama rağmen tiksindim birçok şeyden. Siz siz olun, çocuğunuz "baba ben sinema-tv okuyacağım, sette çalışacağım" derse caydırıcı olun.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Güle Güle Kaptan


Alex De Souza gitti...

Çok sevdiğim futbolcular oldu bu takımda. Hayranı olduğum, izlerken tüylerimi diken diken eden, hata yaptığında küfür edemediğim, kızamadığım... Giderken "keşke daha fazla oynasaydı." dediğim, üzüldüğüm...

Ama hiçbirisi giderken ağlatmadı beni, onun gibi. Hiçbiri kaptan değildi. O sanki altyapıdan yetişmiş, tribünlerden gelmiş gibiydi. Fenerbahçe futbolcusu değildi. Fenerbahçeliydi. Yabancı değildi, TC vatandaşıydı sanki. Yeri geldi mi milli takımda birkaç saniye gözüm arardı onu. Sonra derdim ki, "ulan adam Brezilyalı, kendine gel."

Çok güzel goller attı, izletti kendini, coşturdu bizi. Kaç kere bir tarafımızı kurtardı, ipten aldı hatırlamıyorum bile. Bu yüzden kaptandı, bu yüzden sahada reisti.

Galatasaraylılar, Beşiktaşlılar istemezlerdi onu. Gitmesini isterdi. Çünkü beğenirlerdi Alex'i. Severlerdi de. Efendiydi çünkü, herkesin "adam gibi adam" ilan edildiği bir ortamda "adam" olan ender insanlardandı. Küfür edemezdi kimse ona. Eden de pişman olurdu. Hani o an yanında olsa "kusura bakma abi, ağzımdan kaçtı." diyecek gibiydi insanlar...

Rekor üstüne rekor kırdı. Gol kralı oldu, asist kralı oldu, istatistikleri yerle bir etti. Rakipler her sene büyük isim getirdiğinde karşılaştırıldı onlarla. Hepsi gitti, o kaldı. En büyük olduğunu ispat etti.

Kelimeler yetmez ki. Daha anlatılacak çok şey var. Bu adam artık gidiyor. Ne yüzünden? Aykut Kocaman'ın sürekli kabul ettirmeye çalıştığı saçma sapan otoritesi ve bitmeyen egosu yüzünden. Öyle veya böyle, ister suçlu, ister suçsuz bu asırlık kulübün tarihine leke sürmüş Aziz Yıldırım'ın "Ben bu kulübün en büyüğüyüm, buranın patronuyum." egosu yüzünden. Fenerbahçe'nin Futbol takımına Aykut'un teknik direktörlük dönemi ve Aziz Yıldırım'ın başkanlığından daha büyük katkısı, daha büyük emeği var bu adamın. Siz kimsiniz ki? Sinir krizinden, millete dalga geçecek malzeme vermekten başka ne verdiniz bize? Aykut'un aldığı hala tartışılan, başımıza bela olan şampiyonluk da, Aziz Yıldırım'ın yaptığı tesisler de, binalar da sizin olsun. O yüreğini verdi bize. Öyle sevgimizi kazandı. Ve siz bunu hazmedemediniz. Utanmadan A2 takıma, çoluk çocukla sahaya çıksın diye adamı kadro dışı bıraktınız. Dalga geçtiniz üstelik.

Siz kim olduğunuzu bu ve benzeri yorumlara bakarak anlamaya çalışın. Taraftarın nefretinden, söylemlerinden. Alex ise kim olduğunu taraftarın cebinden verdiği parayla yapılan o heykele bakarak görebilir. Aranızdaki fark bu işte.

Güle güle kaptan. Bu taraftar sana hayran, senin yanında, seni hala çok seviyor.

Bir Fenerbahçeli, Buğra Özcanbey.

16 Ocak 2012 Pazartesi

En Büyük Lefter


"Yuh be! Allah cezanızı vermesin! Ah, Fenerbahçe bu adamlara mı kalacaktı? Nerede Lefterler, nerede bunlar..."

Çocukluğumdan itibaren sık sık benzerlerini duyduğum bir cümleydi babamdan. Fenerbahçe'ye kim gelirse gelsin hep O'nu anardı. Ben de merak ederdim kim bu diye. Ufacık aklımla yarışırdım. "Ne kadar olabilir ki? Ne yani Ronaldo'dan, Zidane'dan daha mı iyi?" diye.

Zaman içinde daha iyi tanıdım onu. Gerek babamın anlatılarından, gerek belgesellerden, gerekse röportajlarından. Sadece büyük bir futbolcu olduğunu değil, büyük bir insan ve büyük bir Fenerbahçeli olduğunu da öğrendim. Futbolculuğun milyonlar kazandırmadığı, endüstri olmadığı yıllarda hayali büyük bir takımda oynayıp çok zengin biri olmak değil, sadece Fenerbahçe'de oynamak olan biri olduğunu öğrendim. Üstünde kazakla, ayağında bir potinle, saha yerine bir tarlada dakikalarca koşup, adam çalımlayıp, gol attığını ve böyle mutlu olduğunu öğrendim. Kendisine dininden dolayı "gavur, kefene" diyenlere insanlığıyla cevap verdiğini öğrendim. Sadece birkaç maçını eski vidyolardan izleyebildik malesef. Ama O'nu izleyenler öyle güzel betimlediler ki her çalımı, her pası, her golü gözlerimde canlandı hep. Öyle bir insan ki, en büyük rakibi Galatasaray'ın kalecisi Turgay Şeren kendisinden ve oyunculuğundan hep iyi bahsediyor. Öyle bir Fenerbahçeli ki röportajlarında Fenerbahçe'den bahsederken hep sesi titriyor, gözlerinin içi gülüyor. O'nu sevmemek mümkün müdür?

Kendisine "pis rum, gavur" diyenlere inat Türk milli takım formasını giymiş, Yunanistan milli takımının para karşılığı teklifini reddetmiş, bir Yunanistan maçında iki gol atmış ve bu olay bir Yunan gencinin kanına dokunarak intiharına yol açmış. Sonucu acı bir olay belki ama O'nu yabancı gören faşist duygularından sıyrılamayan insanlar için söylüyorum bu kısmı. He en verimli çağında futbolu bırakıp, dört sene Diyarbakır'da askerlik yaptığını da belirtmek lazım tabi ki...

Fenerbahçe'yi takım olarak tutmaktan ziyade Fenerbahçeli olmak ve renklere aşkla bağlamak O'nun sayesinde oldu benim için. İşte bu yüzden çocukluk efsanelerim Ronaldo, Zidane, Cantona, Klinsmann, Bergkamp, Rıdvan, Okacha veya günümüz starları C.Ronaldo, Messi vesaireden çok daha büyük futbolcu. Bu yüzden o vefat ettiğinde sanki uzaktaki bir akrabam ölmüş gibi bir şok geçirdim ve gözlerim doldu. O'nu hiç tanımasam da, O'nu hiç izlemesem de...

"Ver Lefter'e, yaz deftere..."

Kamera ve 2011

Geçtiğimiz senenin, geç kalan bir analizidir.

Okuldan mezun olduktan sonra, uzun süre evde pineklemiş ve saçma sapan işlerde çalışmış biri olan ben sonunda bir arkadaşım vasıtasıyla bağlantı kurup sektöre üç sene aradan sonra giriş yapmıştım. Kamera asistanı olarak. 2011'in başında gerçekleşen bu olay ile zaten bütün bir yılı çalışarak geçirdiğimden yılın analizini iş mevzuları üzerinden yapmak zorunda kalıyorum.

Günde 12 saat uyumaya alıştırdığım bedenimi, günde 16 saat çalışmaya programlamak zor geldi başta. İşe sıfırdan başlayınca bir sürü şefim oldu. Şirketteki şefler, setteki şefler olarak iki ana başlıkta toplayacağımız bu şefleri daha da açmak gerekirse bir sürü alt başlıkla karşılaşıyoruz. Bu sebepten işin derinine inmiyorum.

Sürekli dinamik bir iş. Devamlı hareketlilik söz konusu. İş yeri diye çalışmaya gittiğiniz yer her gün farklılık gösteriyor. Ekipte değişiklik oluyor veya siz başka bir yere gidiyorsunuz. Dolayısıyla bir anda çalışmaya başladığınız adamlar da değişiyor. Yani diyeceğim o ki herhangi bir alışkanlık, bir ritüel yaratacağınız bir iş değil. Daima değişken, daima hareketli. Alışma ve bağlanma duygunuz yavaş yavaş kayboluyor yani.

                                  
Hatay-ST. Simon'da...



Garip beklentiler söz konusu. Mesela sette 19. saate girdikten sonra sizden herhangi bir işi koşarak, coşarak, zıplayarak, hoplayarak yapılmanız isteniyor. Başta bu durumu garipseseniz de bir süre sonra gece saat 04.00 sularında elinizde bir case ile koşar halde buluyorsunuz kendinizi. Mekanlara, insanlara ve huylara alışkanlık söz konusu değil belki ama işe ve komutlara her daim alışkansınız.

Bir süre sonra insanları tanıyorsunuz. Herkesin bir oyun halinde olduğunu, herkesin birbirinin arkasından iş çevirdiğini, ayağını kaydırmaya çalıştığını ve herkesin yalakalık yaptığını, birbirini pohpohladığına şahit oluyorsunuz. Utanıyorsunuz, tiksiniyorsunuz. Sonra alışıp bu duruma gülmeye başlıyorsunuz. Hatta bazen siz de bu oyuna katılıyorsunuz. Bazen mecburi, bazen isteyerek...

Nerelere geldim ben ya!? Sanki Yeşilçam'da 40. yılım bir kitap yazıp içimi döküyorum... Alt tarafı geyik yapacaktım konu nerelere geldi. Neyse velhasılıkelam geçtiğimiz seneyi komple çalışarak, koşturarak, omuzdan kamera alarak, lens değişerek, polarize takarak, kablo çekerek, sinirle, stresle ama bir o kadar da eğlenerek ve sevdiğim işi yaparak geçirmiş bulunmaktayım. Bakalım ilerleyen yıllar sektörde ve vakit kalmayan özel hayatımda neler getirecek bana. Hep birlikte göreceğiz...