16 Ağustos 2010 Pazartesi

Beton

Kadim dostum Chinaski ile bir muhabbet esnasında fikire dönüşen, sonrasında birbirimize verdiğimiz doğa dostu çevreci otogaz sayesinde fikirden elle tutulur, gözle okunur bir nesneye evrilen yeni projemiz. Great Dilemma'nın da aramıza katılması şahane oldu tabi.

Karşınıza çıkacak ürün bir webzine. Yani bir internet fanzini ya da e-dergi projesi bu aslında. Şimdilik "beta" aşamada olduğu için bir blog sayfasında.


Peki neler olacak bu webzine'de? Bir dergide bulabileceğiniz her şey. Eleştiri ve geyik ağırlıklı. Ama boş siksikler değil. Yapıcı eleştiriler olacak. Çünkü bizde toplumsal bilinç var. Siyasetten, sanata, toplumsal yazılardan, yemek tariflerine, özel araştırmalardan, spora kadar birbirinden farklı konular sunacağız size. Köşesi olan yazarlar ve yazıları, karikatür ve fotoğraf gibi görsel sanatlarla destekleyeceğiz sayfalarımızı. E-sayfalarımızı tabi. Zengin olursak dergisini yapmayan da şerefsiz olsun!

Şimdilik aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz Beton'a. Buralara çiçeklendirme, ağaçlandırma falan yapılacak daha güzel olacak;

tıkla bebişim!

28 Mayıs 2010 Cuma

Hallederiz




"Hallederiz abi. Yaaa yaparız ya n'olcak!?"

Son bir sene içinde farkettim ki yaşama tarzım, hayat felsemem tam olarak bu. Üşengeçlik adeta damarlarımda geziniyor.

-Açık öğretim vizeleri yaklaşıyor?
+halleriz olm rahat ol.
-Abi finaller?
+hallederiiiz...

sonuç: bütünlemeler beni bekler.

Bu sadece bir örnekti. Daha neler var neler... Ne? Tamam anne ya, geliyorum içeri birazdan. Evet biliyorum, perdeler bir haftadır asılmayı bekliyor, tamam asacağız...

27 Mayıs 2010 Perşembe

FC Behlül vs AC Bihter


Yok arkadaş! Çok dizi tuttu bu ülkede. Çok dizi sevildi. Çok dizi fenomen oldu. Ama Aşk-ı Memnu gibi olamadı hiçbiri.

Maç izler gibi dizi izledi tüm ülke. A+ izleyici kitlesine de hitap etti, Mehmet Emmi'ye de. Liselisi de izledi, yaşlısı da. Ama öyle normal bir diziyi izler gibi değil.

"Behlül de herkese bombalıyor haaaa."

"Bihter tam bir kaşar."

"Adnan ne biçim adam ya..."

"Benceğ tutkunun ve aşkın, zaman ve mekan tanımadığını adeta yüzümüze çarpan post-modern yaklaşılmış bir uyarlama."


Yani cuma günleri her tarafta, her kesimden insan bu diziyi konuşuyor, kritik yapıyor. Ortaya da bu tarz yorumlar çıkıyor. Peki, diğer dizilere nazaran neden bu kadar öne çıktı Aşk-ı Memnu?
En önemli faktör özentiliğimiz. Eve bakalım. İstanbul'un en güzide mevkilerinden birinde bulunan bir köşk. Uşaklar, spor arabalar, yatlar, pahalı hediyeler, kaliteli elbiseler... Zengin bir hayat görüntüsü. Çoğunluğu çeken ilk nokta bu. Herkesin isteyebileceği cinsten imkanlar... Sonra ana karakterlere bakıyoruz. Bihter; güzel genç bir kadın. Yediği önünde, yemediği ardında (isteyenler burada mecaz arayabilir.) Zengin bir koca bulmuş, bir yandan da aşk hayatını sürdürüyor. Behlül'e baktığımızda manzara farklı değil. Yengesinden, kuzenine geniş bir platformda o dal senin, bu dal benim uçan bir seks böceği. Yakışıklı. Paralı. Yani ülkemizdeki emek harcamadan zengin olma hayali kuran birçok gereksiz gencin olmak istediği kişi.

Aşk, ihtiras, aksiyon. Bu ise yukarıda saydığımız insanların hayatında hiç olmamış, hep akılların bir köşesinde, bilinçaltlarının derinliklerinde kalmış bir ayrıntı. Mesela;


"Allah korusun ya. Ay çok kötü. Kocasını yeğeniylen aldatıyor."

şeklinde tepkiler veren evli kadınlar. Kötü buluyor bunu. Kendisi ile kıyaslamaya aklı aklımıyor. Çünkü baskı ile büyümüş. İlişki anlamında pek bir tecrübesi olmadan muhtemelen tanımadığı biriyle evlenmiş. Çoluk, çocuk derken klasik bir hayat içerisinde bulmuş kendini. Dizideki yaşam tarzından çok uzakta. Ama ilgi ile takip ediyor. İzlerken ağzı beş karış açık kalıyor. Şaşkınlık, merak, ayıplama gibi tepkilerle yaklaşıyor olaya ama bu ihtiraslı ihanet bir yandan da hoşuna gidiyor.
Bu da neyi getiriyor? "Behlül kazağı geldi, Bihter donu bulunur, Firdevs hanımın kolyesi vardır, Adnan iktidar hapları gelmiştir..." örnekler çoğaltılabilir. İnsanlar büyük bir keyifle bu dizi hakkında konuşmaya başladıkları gibi, bu karakterlerle de özdeşleştirir oldular kendilerini. Onları taklit etmeye başladılar.

-Kııız duydun mu Muharrem'in karısı, bizim Hüseyin'in kardeşiylen kaçmış.

+Demeee!? Vay adiler, vay şerefsizler...

-Ay dün Behlül ile Bihter yine seviştiler.
+Vallahi yakalanacaklar diye çok korktum.


Olay bundan ibaret. Normal hayatta nefret edilen, ayıplanan, şerefsizce bulunan bu olay, ekranlarda gerçek bir aşk destanına dönüşüyor. Neden? Çünkü bilinçaltında yatanlar, özenilen hayatlar bu denli kokmuş bir çöpten ibaret.


-İşte Behlül'den muhteşem bir atak. Derken avantaj Bihter'e geçiyor. Yapma Behlül! Döndürme Bihter'i...




23 Mayıs 2010 Pazar

Mikail Hates Us All


Hay Allah'ım ya!

Mayıs ayının son dönemi. Baharın en güzel günleri. Havalar sıcak ama yakmıyor, bunaltmıyor. Dışarısı cıvıl cıvıl. İstanbul'daki yeşil, yol kenarlarındaki ağaçlardan ibaret olsa bile ağaçlar, çiçekler mis gibi. Dışarısı kalabalık. Kafeler dolu. İnsanlar neşeli. Arkadaşlarla toplanmış içiyoruz...


Yani böyle olması gerekiyor tabi. Ama dünyanın dengesi son dönemlerde iyice sapıttığından hazirana yaklaştığımız şu günlerde hala güzel havalı günlere geçebilmiş değiliz. Ulan pazar günü. Mis gibi uyumuşum, kahvaltımı yapmışım, sevgilimle buluşacağım. Bakıyorum hava kapalı. "Olsun" deyip, bir şemsiye kaparak fırlıyorum evden. Kapıdan çıkıyorum yağmur başlıyor. Açıyorum şemsiyeyi. Daha sitenin kapısından çıkmadan yağmur şiddetini arttırıyor. Daha otobüse bineceğim durağa varmadan, şemsiyenin yardımları sayesinde koruduğum kafam ve omuzlarım haricinde her yerim sırılsıklam oluyor. Bakıyorum etrafta bir insan yok. "Tek aptal ben miyim?" diye düşünüyorum bu noktada tabi. Ayakkabımdan gelen "culup" sesini duyduktan sonra, gerisin geri dönüyorum. 15 dakika sürüyor gezme maceram. Yere bakıyorum ıslak bir gazete kağıdında "Akıllı ol" yazıyor. Mikail uyarıyor, "ben istemezsem durağa bile gidemezsin" diye ayarı veriyor. Sonrasında eve dönüş, kurulanma safhası ve hapşuruklar. Ardından camdan dışarı bakıyorum. Yağmur dinmiş. Sinirlerim daha da kalkıyor.


Tamam ya. Tamam sen kazandın Mikail. Ama Allah için sağanak yağmur yollama daha. Lütfen. Allah'ın adını verdim bak?

21 Mayıs 2010 Cuma

22 Yaş



Kusura bakma. Sen gideli biraz zaman geçti ama uğurlama sahfasını geciktirdim.

Monoton hayata alıştırdın beni. Sanırım en büyük katkın ya da kazığın bu oldu. Durgunluk, düzenlilik, şehir yaşantısında daha büyük sorunlar seninleyken geldi.

Özlem çekmeyi alştırdın. Uzun yollara alıştırdın. Fedakarlık hakkında güzel sırlar öğrettin.

Alelade bir misafir olarak geçip, gittin hayatımdan. Üstüne uzun methiyeler düzemeyeceğim ya da uzun ağıtlar yakamayacağım. Genel itibari ile iyi bir yol arkadaşıydın. Hakkında söylenecek en doğru söz bu olsa gerek.

Hoşçakal.

8 Nisan 2010 Perşembe

Bokun İçinde Kurbağalama Yüzmek

Tahmin edileceği üzere zor oluyor. Bazen şartlar itiyor sizi buna. Bir şekilde yaşamak için seve seve olmasa da yüzüyorsunuz. Ama bazen de bokun içinden çıkma şansınız olmasına rağmen çıkmıyorsunuz sudan. Pisliğine, rengine, kokusuna, yoğunluğuna alışmış oluyorsunuz. Normal olan buymuş gibi davranıyorsunuz. Temiz suları görüyorsunuz belki, evet en büyük isteğiniz o sularda yüzmek. Ama "ya boğulursam" diyorsunuz. Korkuyorsunuz yani. Yüzdüğünüz boklu suyu arar mıyım diye düşünüyorsunuz.

Cesareti toplayıp, su seviyesinin alçaldığı bir noktada zıplayıp temiz suya girmeyi istiyorsunuz. Ama şu an için yeterli gücünüz yok. Temiz su ile, bok çukurunun arasında kalıp kurda kuşa yem olmak da bir ihtimal çünkü. Yani boklu sudan da kötüsü var.
Ama ne pahasına olursa olsun bir gün o sudan çıkmak istiyorsunuz. Beklediğiniz belki biraz cesaret, belki de doğru zaman?

22 Mart 2010 Pazartesi

Hayata Mola



2008 senesinde başladım buna. Süper oluyor.

Hatırlıyorum işsiz dönemlerimden biriydi yine. Okul devam ediyordu. Sadece sınav zamanları tutuyordum Edirne yolunu. Onun harici neredeyse tüm zamanım evde geçiyordu. Günde sekiz öğün yemek yiyor, cips ve çikolata gibi abur-cuburları da bu öğünlerden artakalan zamanlarda götürüyordum. Tabi günün üçte ikisi bilgisayar başında geçiyordu. Kısacası asosyal bir idiot olma yolunda büyük adımlar katetmiştim.

Sonra Mola ile tanıştım. Şu an adını vermek istemediğim, bizim üniversiteden mezun 45 yaş üstü bir arkadaşın da kurucuları arasında bulunduğu tiyatro grubu. Üniversitedeyken tanıştığım ve bayağı sevdiğim bu kültürel uğraşa burada da devam etmek ara sıra aklımın ucundan geçen bir fikirdi. "Sen de gel lan" deyince, "Aeaeaea tabii!" şeklinde bir tepki verdim. Neyse, gruba geldim. Genelde ilk girdiğim ortamlarda her daim önyargılı olan ben, ilk kez bir ortama, ilk girişimde sanki oraya aitmişim gibi hissettim kendimi. Kısa sürede kaynaştım burdaki arkadaşlarımla. Bunda en büyük etken, hemen hemen hepimizin aynı üniversitede okumuş olması, aynı yerlerde öğrencilik hayatı geçirmesi ve aynı sahnede tiyatroya adım atmamızdı tabi ki. Sonra pazar günleri hayata mola vermek amacıyla çalışmalara başladık. Artık kirli çamaşır kokan ve yaşamsal ihtiyaçlar haricinde çıkmadığım odamdan dışarı çıkıyordum, hem de çok güzel bir vesile ile.

Bir başladık, pir başladık. Geride iki sene ile birlikte iki de oyun bıraktık. Üçüncü senemizde, üçüncü oyunla seyirci karşısına çıktık bu sezon. Ve yine ilk gün yaşadığımız heyecan ve enerji ile. Şimdi buraya kadar okuduysanız, bu seneki oyunu da merak etmişsinizdir. Hemen gidereyim merakınızı. Turgut Özakman'ın klasikleşmiş eserlerinden biri olan, "Resimli Osmanlı Tarihi" isimli oyuna hazırlandık bu sene. Bizce güzel oldu. Ama tabii karar büyük Türk Halkının. Yani sizin. Yani diyorum ki; gelin siz de izleyin. Biz pazarları hayatın stresine, derdine, problemlerine iki saat de olsa mola veriyoruz. Gelin siz de bizimle hayata mola verin. Her pazar bekleriz efenim, aile salonumuz mevcuttur;

www.tiyatromola.com

20 Mart 2010 Cumartesi

Kral


Evvel zaman içinde, ben daha ortaokuldayken, sarı saçlı bir rapçi vardı. Adı da Eminem. O dönemin birçok ergeni gibi ben de kendisine sarmış, bir anda fanı olmuş, 90'lık boş kasete albümlerini çekmiş, evde teypte olsun, dışarda walkman'de olsun sürekli kendisini dinlemişim. Sonra bu adam bu ergeni etkilemeye başlamış. Mesela müzik konusunda. Birdenbire Eminem'in kıl olduğu müzisyenlerden nefret etmeye başlamışım. P. Diddy, Moby, Fred Durst, N'sync gibi... Gerçi bu noktada Moby haricinde çok kötü yaptığımı söyleyemeyeceğim. Ancak bu herif sebepsiz yere, bir kişiye daha önyargılı yaklaşmama neden olmuş. Kral, Elvis Presley...

2001-2002 belki de 2003 hatırlamıyorum tam, "A Little Less Conversation" isimli parçanın bir remix ile yeniden patlaması sonucu bir elvis parçası bayağı hoşuma gitmişti. Bir de önceden bildiğim "Tutti Furitti" vardı. Kendisine karşı olan önyargım kalkmıştı belki ama yine de oturup, şarkılarını araştırıp, kendisini dinleme ihtiyacı duymamıştım. Zira o sıra RHCP, Nirvana, Linkin Park ve Korn gibi gruplar ile rock müziğin içine girmekle uğraşıyordum.

Sonra sonra, günümüzün müziği konusunda biraz bir şeyler kapınca eskiye dönme ihtiyacı duydum. 60-70'lerin saykodelik müziği olsun, 70'lerin punk hareketi olsun, 70-80'lerdeki metal akımı değişimleri olsun, hepsini büyük bir açlıkla bulup dinlemeye başladım. Gördüm ki bunlar, şimdi dinlediğimiz rock ve metal müziğin temellerini oluşturmuş, adeta bir temel görevi görmüştü. Peki ama bu grupları, bu müzisyenleri etkiyelen isim kimdi?

Kral Elvis... Kendisi ile gerçek tanışmam üniversite döneminde oldu. "Oldies But Goldies" partilerinin küçük versiyonlarının yapıldığı, Edirne'deki (şu an kapanan) bir barda, müziğinin ne kadar etkileyici olduğunu gördüm. Sonra yavaş yavaş dinlemeye başladım vs. Gördüm ki rock & roll'un şekillendirilmesinde bir cam ustası gibi çalışmış, sayısız müzisyeni etkilemiş, birçok türün ortaya çıkmasında önemli rol oynamış büyük bir isim. Kendisine ayılıp, bayılan, öldükten sonra da kafayı yiyen milyonlarca fanını söylemiyorum bile. Rolling Stones, The Beatles, Black Sabbath, Michael Jackson etkilediği büyük isimlerden birkaçı sadece. Ki bu ve benzeri grupların müzik dünyasında yarattığı etkiler, tetiklediği hareketler ve yaptıkları işler muazzam büyüklükteyken, Kral'ı tartışmak, kendisine bok atmak, müziğine laf söylemek büyük bir denyoluk, büyük bir mallıktır. Değil mi Marshall'cığım?

Her neyse, bunları yazmamın sebebi ne, nerden esti de gaza geldim? Üç gün önce, bilgisayardaki Elvis klasörüne girmem, akabinde "Blue Suede Shoes" isimli şarkıyı dinlemekten kendimi alamamamdan kaynaklanıyor. Şarkıyla sanki üç gün önce ilk defa tanışmışım gibi etkiledi beni. Gerçekten de salladı ve yuvarladı.
Neyse yakın zamanda bu Elvis gazı da geçer, normal ölçülerde, abartmadan dinlemeye devam ederim kendisini. Değ mi Gralcım?

24 Şubat 2010 Çarşamba

Hangi Futbolcusunuz?



Daniel Gonzalez Güiza.

Bu tarz msn anketleri var ya. "Hangi dizi karakterisin, hangi renksin, hangi götsün..." tarzı. Bu soruya denk geldim geçenlerde. Testi çözmeden yanıtım belliydi. Kirli sakallarıyla, Emrah kaşlarıyla, cenabetliğiyle, kaçırdığı fırsatlar ile, ağlayan gözleri ile Güiza...

Bir kere ikimize karşı da büyük beklenti vardı olayın en başında. O Fenerbahçe'ye geldiğinde, ben ise üniversiteyi bitirdiğimde... O Fenerbahçe'de top koşturmaya başladı, ben de iş hayatında tabi. İkimiz de baştaki beklentiyi boşa çıkardık, Evin Ana'nın çorbasından içmemize rağmen golleri dizemedik.

İkimiz de çok fırsat kaçırdık. Şimdi düşünüyorum ne güzel yerlerde çalışma fırsatı geçmiş elime ama ben o kırılası elin tersi ile itmişim bu fırsatları. Tıpki Güiza gibi di mi? Alex de ona, yemek hazırlamış bir annenin, çocuğuna "aç oğlusu, aç bakayım ağzını, uuuuu..." nidaları arasında kaşıkla yedirdiği mamalar gibi paslar yolluyor. Sonuç; çocuk mamayı iter, mama yere düşer.


İkimiz de şanssızız. Yani o adam o kadar kazma olamaz abicim. Şans faktörü de önemli burda. Kendisiyle aynı frekansta yaşadığımdan tahmin edebiliyorum. Tam şut çekerken ayağı takılıyor, yanındaki dengesini bozuyor, ne bileyim bi şeyler oluyor ve gol olmuyor. Ben de öyleyim mesela, tam çocuğu koydum dediğim sırada, son anda bir şanssızlık ile kafamı kale direklerine vuruyorum. (Burada not düşmeli; boy abdesti bu kalıcı şanssızlığın önüne geçemiyor malesef.)

İkimizde de arabesk ruh var. emrah kaşları, kafayı direklere vurmalar, duygulanınca gözlerin dolması, sevinince ayarsız çoşmak... Bu gibi konularda da çok benziyoruz birbirimize.


Durumların kötüye gitmesi. Kendi okuduğum bölümün sektöründe başarılı olamamış, farklı alanlar denemiş onlarda da başaralı olamamış en sonunda alakasız bir işte çalışır buldum kendimi. Güiza şu an Fenerbahçe'de ama durum değişecek. Önce İspanya'ya gidecek, bir sezon sonra dandik bir Avrupa takımına transfer olacak. Ve iddia ediyorum! Bir gün Türkiye'ye dönecek. Orta sıralarda kalmaya oynayan bir takımda oynayacak. Alakasız bir yerde top koşturacak. Beklentilerin çok altında bir yerde olacak. Tıpkı ben gibi.

O sebepten, çok kızsam da, küfür etsem de, eleştirsem de ben bu adamı yine de seviyorum. Zira kendisi ile benzer bir ruha, benzer bir şanssızlık ayarına sahibiz.

21 Ocak 2010 Perşembe

Duygu Sömürüsü: Duygular Tehlike Altında.

Başta her şey 90'ların Gani Müjde, Kandemir Konduk ya da Levent Kırca tarzı bir kelime oyunundan ibaretti. Sonra durumun ciddi olduğu kanaatine vardım. Evet Duygu sömürüsü büyük bir tehdit. Peki nedir bu tehdit?

Duygu sömürüsü sanıldığının aksine, İstiklal Caddesi'nde bir yandan ders çalışıp bir yandan selpak satan çocukta değil. Duygu sömürüsü, Dünya üzerindeki tüm Duygu'ları bitirmek üzerine ayarlanmış bir proje.

Evet, emperyalist devletlerin bir planı bu. Dünya üzerinde en çok Duygu'nun bulunduğu Türkiye'den başlayacaklar işe. Amerika, İngiltere, Fransa ilk harekete geçecek isimler. Donanması ile de Portekiz ve İspanya da büyük tehdit unsuru. Tabi ki Almanya'yı da unutmayalım.

Tüm Duygu'ları toplayacaklar. Onları konteynırlara doldurup yük gemileri ile okyanustan geçirecekler. Ülkelerine getirecek. Günlüğü 1 dolardan çalışacak tüm Duygu'lar. Yemek, bulaşık, ütü, çocuk bakma... Tüm işlerde Duygu'lar kullanılacak! Başlarındaki sorumlular, Duygu'lar son nefesini verene kadar onları çalıştıracak. Ölen Duygu'lar, kazan dairelerinde yanıp, elektirik ve ısı olarak geri dönecek.

Peki Türkiye'deki Duygu'lar ne kadar ki, bu derece sömürülecekler? En çok kullanılan 74. isim. Araştırmalar 171.000'e yakın Duygu olduğunu ve bunlarının çoğunun (%58) bira ve çöp ile beslenen rocker kızlar olduğunu tespit etmiş. %38'i ev hanımı, %24'ü çocuklu, %46'sı 90 kilonun üstünde.

İşte bu potansiyelden yola çıkan emperyalist devletler de "Duygu Sömürüsü" deyiminin gazıyla "neden olmasın?" demişler. Çalışmaları devam etmekte. Zor günler Duygu'ları bekliyor...

Kaynak: New York City Police Department / çay ocağı sorumlusu; Muharrem Kamiloğlu.

17 Ocak 2010 Pazar

Arabesk



Hepimizin içinde var gençler. Kasmanın alemi yok.

"Abi benceğ Orhan Gencebay blues'un günümüzdeki yansıması" tarzı sikimtrak entel söylemlerine girmeyeceğim, merak etmeyin. Bahsettiğim arabesk, son yıllarda moda olan "rock grubunun coverladığı arabesk parça" tribi de değil. Bildiğimiz arabesk. Müslüm, İbo, Ferdi, Orhan, Hakan, Emrah, Bergen, Güllü, Cansever... Damar kavramını köküne kadar yaşatan şarkıları. Yıllarca "bu ne amına koyayım, konfeksiyon mu burası" dedik, çalan yerlerde. Şimdi bayıla, bayıla dinliyoruz biraz "soft" hallerini, yeni grupların yorumlarıyla. Ama bu ilk adım oluyor. Eğer ki ortamınızda (okul, iş yeri vs...) dinleniyorsa bu müzik, bir gün bir bakıyorsunuz "kanka Müslüm'den topraktan bedene açsana" deyiveriyorsunuz. Mp3 playerınıza çaktırmadan birkaç şarkı atıyorsunuz. Derken Cansever'den "duman oldum" çalarken, kaşlarınız büzülmüş, şarkıya ciğerden gelen bir tonla eşlik ederken buluyorsunuz kendinizi. Parasal kaygılar, kötü giden hayat, sıkıntılar, kahpe kaderin oyunları, eskiden bu müzikten nefret etseniz bile, sizi ona yaklaştırıyor. Yadırgamıyorsunuz.

Herkesin içinde bir yerde var arabesk. Ama az, ama çok. Bulmak için ise, kıvılcımı çıkartacak bir olay cereyan etmesi gerekiyor. Ki onu da bir gün mutlaka buluyorsunuz.