1 Aralık 2016 Perşembe

Unutulmuş Birer Birer...

Buraya yazmayalı iki sene olmuş. Unutmuşum. Eski yazdıklarına bir göz atınca değişik hislerle doluyor insanın içi. Eski dertler, kederler, sevinçler... Gençlik. Arada bir yaşatmak lazım burayı. Yılların emeği var ne de olsa.

Bu bir "geri döndüm" mesajı mı? Belki de. Herhangi birinin umrunda mı? Umrumda değil...

17 Aralık 2014 Çarşamba

Bilmezsin



Zor. Gerçekten zor.

Onca zaman sonra tüm gerçeği söylemek. Aslında benim için kim olduğunu, içimdeki yerini, hissettirdiklerini... Tüm bunları söylemek, hem de seni karşıma alıp anlatabilmek gerçekten zor.

Mesela bilmezsin, seni gördüğüm bir anın, yazın sıcaktan kuruyup kalmışken, buz gibi suya koşup atlamaktan çok daha rahatlattığını. Veya gün batarken sıcak ve soğuk renklerin, kırmızı ile mavinin dansından bile izlemesi daha keyifli olan gözlerin olduğunu. Soğuk bir kıştan, yeşil, ılık bir bahara geçerken haberci kuşların ötüşünden daha da heyecan veren bir sesin olduğunu. Uzun saçlarının bembeyaz teninde ne kadar güzel süzüldüğünü. Tüm bunları içine gömmenin ne kadar ağır olacağını bilmezsin. Yıllarca yanımızda başkaları varken bunları bastırmanın ne büyük bir kavga olduğunu. Onu da bilmezsin.

Belki de haksızlık yapıyorumdur. Belki sen de bunları biliyorsundur. Belki daha da fazlasını. İşte bu da insanın içinde sönmeyen umuttan ibaret. "Belki o da..." ile başlayan her cümle. Onlar olmasa yanına gelmek, seninle vakit geçirebilmek mümkün olur muydu?

Sadece bunlar mı? Mesefeler, durumlar. İnsanın gözünü korkutan başka şeyler. Ama en korkutucu olan o içinde yanan umudun korkusu. Ya o umut sönerse? Ya bir daha seni göremezsem. Ya her şey çok daha kötü olursa?

İşte bu da korku. Belki bir gün yenebilirsem bunu. Her şeyi anlatacağım sana. Belki. Kim bilir?

5 Ağustos 2013 Pazartesi

The Wall




Dev prodüksiyonuyla, sahne performansıyla, şovlarıyla, şahane ses sistemiyle ama hepsinden öte verdiği duyguyla, hissettirdikleriyle bugüne kadar izlediğim en mükemmel konserdi.


Dinine bağlı iyi bir Floydianımdır. Gerçi benim mezhebim Gilmourian ama Roger baba da bizim büyüğümüz, kutsalımız. Dolayısıyla konseri uzun zamandır bekliyordum. Ve şahane geçeceğini de tahmin ediyordum ama bu kadarını tahmin edemezdim.

Konser zaten başından belli etti ne kadar özel bir şovu izleyeceğimizi. Alandaki ses sistemi, etrafına şaşkın şaşkın bakan insanlar, uçağın duvarı yıkarak geçmesi mükemmel bir açılış oldu. Müzik tarihinin en kült parçalarından Another Brick in the Wall Part 2'de psikopat hocanın sahneye çıkışı, karşısındaki öğrencileri ezmeye çalışması, o sırada "We don't need no education!" diye haykıran bir kitle, herkesi baştan çıkarmıştı bile. Roger Waters'ın Türkçe manifestosu sürerken duvarda Gezi kurbanlarımızın çıkması, Devlet terörünün kurbanı olduklarını bir de ondan duymamız ve ardından gelen "Mother" şarkısı. Sanırım konserin en duygu dolu anlarıydı. Gözlerimiz dolu dolu. Tüyler diken, diken... 

Goodbye Blue Sky'daki uçaklardan birer ölü beden gibi inen dini ve kapitalist simgeler, Young Lust'ta kadının metalaştırılması, Bring the Boys Back Home'da savaş kurbanları ve katilleri, Nobody Home'da yalnız başına oturan Roger Reis, Run Like Hell'e girerken "Aranızda psikopat olanınız var mı? Bu sizin için." yazısı ve ardından herkesin coşması... Duvar her şarkı için ayrı bir şekile giriyor kitleyi kendine daha da çekiyordu.

Hey You ve Comfortably Numb'a gelince... Sizi ayırıyorum diğerlerinden. Bende yeriniz ayrı. Hey You'da tamamen duvarı görmemiz. Başka bir şeyin olmayışı özellikle "...the wall was too high, as you can see..." sözüyle daha da anlam buldu. Gözlerimi kapadım ve şarkının hem can sıkan, hem huzur veren ruhuna bıraktım kendimi. Ve Comfortably Numb. Waters'ın duvar yumruklaması, efsane solo coştukça o briketlerin yok olup yerini renklerin alması. Daha güzel nasıl anlatılırdı bu parça? Gözlerim doldu yine. Ama şu bir gerçek ki nakaratta ve o şahane soloda insanın kulağı Gilmour'u istiyor. Belki bir gün o da olur. İkisini birden aynı sahnede görebiliriz. Kim bilir?

Ayrıca seni de unutmadık domuz! Patladın gittin halkın elinde. Tıpkı senin gibi tüm kirli liderlerin bir gün halkın elinde parçalanacağı gibi eridin gittin aramızda. Ahahahaha!

Her yönüyle şahane bir konserdi. Hem görsel olarak, hem müzikal olarak, hem de hissettirdiği duygularla en üstte yer alacak her daim. Çoluğa çocuğa heyecanla anlatılacak bir anı, harika bir akşam olarak kaldı aklımızda. Teşekkürler Roger Waters. Teşekkürler bu güzel gece için.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Dünya Derbisi




Dün Türkiye'de futboldan, insanlıktan, toplumdan nefret ettiğim bir gündü.

İddia olmasa bile Türkiye'nin en çok izlenilen, en çok beklenen derbisi vardı yine. Benim de her sene heyecanla beklediğim, izlerken büyük keyif aldığım, kızdığım, üzüldüğüm, sevindiğim bir maç. Yine geldi çattı derbi günü. Ama bir gün önce büyük bir saldırı olmuş, masum insanlar ölmüş, yaralanmış oradan gelen bir can sıkıntısı mevcut herkeste. Zaten genele bakıldığında da yıllardır medya, taraftar grupları, kulüp sözcüleri, yöneticiler, futbolcular, emniyet tarafından insanları geren, kutuplaştıran bir futbol gündemi var. Bir önceki gün yine Beşiktaş maçından önce taraftarın arasına motorlarla dalıp, havaya ateş açan, ortalığı biber gazıyla donatan bir polis var. Tekrar FB-GS mücadelesine geri dönecek olursak bir alkışlama polemiği. Yok "alkışlansın, alkışlamasınlar zaten çok da tın, onlar bizi alkışlamış mıydı?" gibi tartışmalar. Ki ben de bu görüşlerden birini savunuyordum bu konuda. Tüm bunlar eşliğinde büyük bir stresle, büyük bir gerginlikle başladı maç.

Ama gerginlik biter mi? Daha da artıyor tabi. Eboue'si, Emre'si, Riera'sı, Meireles'i, Melo'su, Volkan'ı, Sabri'si... Herkes ortamı daha da geriyor. Herkes provokasyon, polemik peşinde. Maçtan sonra da devam tabi. Sonra ne oluyor? Bir tane çocuk, bıçaklanarak öldürülüyor. Belki hiçbir şey yapmadı, belki de yakınındaki Galatasaraylılara eliyle skoru gösterdi, dalga geçti. Ne olursa olsun. Değer miydi? Bu yaşananlar neticesinde bu çocuğun hayatına mal oldu bu durum. Öldü lan, bir insan öldü! Green Street Hooligans'taki büyük kavga sahnesi geldi aklıma. Herkes kavga ediyor, ağız burun dalıyor birbirine. Ama bir beden cansız olarak yere düştüğünde herkes donup kalıyor. Çünkü o an, birisi öldüğü anda, tüm bunların bir oyunun tarafı olduğu için kaynaklandığını görüyoruz. Ben de neler söyledim maçtan önce, maç boyunca, maçtan sonra... Onları düşündüm ve bu olayla ben de "ne yapıyorsun ulan?" dedim kendi kendime? Evet medya da suçlu, oyuncular da, yöneticiler de, tribün liderleri de... Ama ben de suçluyum. Sen de. Fanatizmin kör ettiği her göz suçlu. 

Olaydan sonra sosyal medyamız yıkılıyor. Herkes lanet mesajları gönderiyor. Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı sövüyor. Ama arada tek tük "Bizimkilere helal olsun ya. İyi olmuş" diyebilen omurgasızlar da çıkıyor piyasaya. Yine utanıyorsunuz onlar adına. Acıyorsunuz. (Ayrıca olayı kınamak için Galatasaray Kulübünden resmi açıklama bekleyen, onların tutumundan sonra kınama yayınlayan, o ana kadar da sadece şampiyonluktan bahseden UltrAslan grubunun da samimiyetine inanmıyorum.)

Muhtemelen olayın yaşandığı dakikalarda ben de Metrobüsteydim. Kadıköy'den, eve gidiyordum. Metrobüs her maç dönüşü olduğu gibi yine tribün gibi. Küfürlü besteler, tezahüratlar. Sonra bir duraktan Galatasaraylı bir çocuk bindi metrobüse. 17-18 yaşlarında. Bir an korktum, üstüne saldırırlar mı diye. İnsanlar da yavaşça kestiler tezahüratları. Çocuk da kafasını kaldırmadı, devam ettik. Belki orada birisi üstüne gitse, o da karşılık verseydi sonu Burak gibi olabilirdi. Kim bilir? 

Kadıköy'de 2-2 biten maçı Nevizade'de izlemiştim. Galatasaraylıların içinde. Boynumda Fenerbahçe atkısı. Gol attığımızda bağıra, bağıra sevinmiştim. Belki de o gün başıma bi şey gelebilirdi. Bu cinayetle bunlar da geldi aklıma. Böyle anlarda, oralarda kendini kaybetmiş bir holigana denk gelmemek de şans. Farkında olmadığımız. Keşke Burak da öyle bir ana denk gelseydi. Keşke en güzel yaşında, bir futbol müsabakasının yarattığı havanın kurbanı olmasaydı.

Futbol güzel. Bir tarafta olmak, taraftar olmak güzel. Ama bir insanın hayatından önemli değil hiçbir şey. Böyle olacaksa Allah kahretsin maçını da, derbisini de, kupasını da.

Huzur içinde yat Burak Yıldırım. 1993-2013

20 Mart 2013 Çarşamba

Ben Asistanken




Bugüne kadar her şefimden duyduğum o efsane cümle. "Ben asistanken..." Ne zaman bir hata yapsak, ne zaman yavaş kalsak duyduğumuz o cümle. Onlar da duymuştu zamanında ustalarından, biz de duyuyoruz. Ve muhtemelen, bir gün, bir yerlere gelirsem, ben de söyleyeceğim asistanlarıma. O yüzden onlara şimdiden bu şiiri yazıyorum. Adam olsunlar, bi çay kapıp gelsinler!

********************

Ben asistanken
Sizin kadar şanslı değildim,
Tek başıma bakardım her şeye,
Yoktu etrafımda kimseler,

Ben asistanken,
2575 O'Connor kafalar vardı,
Cartoni, Sachtler demir ayaklar,
Master Prime'lı Alexa'lar...

Ve yoktu yardım edenim,
D.I.T ayrılmazdı Mac'in başından,
Focus Puller, kaybolurdu ortadan,
Ve D.O.P. çay isterdi durmadan...

Ben asistanken,
Tek kameraya 20 case ile giderdim,
Sizin gibi kalabalık da değildim,
Ama hepinize de bedeldim.

Ben asistanken,
Koşardım; nete, klakete, aktarmaya, bnc'ye,
Bir yudum çay bile içemezdim,
Vaktim olmazdı sizin gibi haybeden.

Ben asistanken,
Yoktu paydosta beni eve bırakan,
Malzemeyi depoya yükledikten sonra,
Yatakhanelerde kalırdım her zaman.

Ben asistanken,
Mıymıy değildim sizin gibi,
Anında çözüm bulurdum her şeye,
Ustam benden istedi mi...

Ben asistanken,
Taksi parası alamazdım,
En fazla Metrobüs'e atardı kamera aracı,
Koltuklarda uyurdum sürekli.

Ben asistanken,
Alayınıza on basardım,
Her işten, her setten çağırılırdım,
İnanmazsanız ışık şefine sorun...

11 Şubat 2013 Pazartesi

Kartpostal



Keşke hiç tanımasaydım seni. Uzaklarda olsaydın, çok uzaklarda. İsmini bilseydim. Birkaç fotoğrafını görseydim sadece. Nasıl biri olduğunu, tek kelimelik yorumlardan bilseydim. Hayal dünyamda başka bir sen yaratsaydım. Sevdiğim, saygı duyduğum, merak ettiğim biri olsaydın kafamda. Seninle ortak vakit geçirmenin nasıl bir şey olacağını düşünseydim her akşam. Birlikte gideceğimiz yerleri listeleseydim. "Bir gün mutlaka gideceğiz." diye kendi kendime söz alsaydım senden. Kart atsaydın bana o uzaklardan. Çok eskiden moda olan kartpostal şeklindeki fotoğraflar var ya, onlardan hani. Başka bir ülkede, başka bir şehirde çekilmiş bir fotoğrafın. Gözlerinin içi gülüyor. İçten ve özlemle bakıyorsun bana. Üç, beş cümle bir şey yazmışsın kartpostalın arkasına. Sonunda "Çok yakında görüşeceğiz." yazıyor olsaydı. Bunları okuyup bekleseydim seni keşke. Heyecanla.

Buluşacağımız günü bekleseydim hep. Hayatımın en önemli günü olacaktı o gün. Sessiz, ıssız bir mekanda bekliyor olacaktım seni. Alkol almayacaktık. Birer kahve olacaktı önümüzde sen gelince. Onları yudumlarken başlayacaktık anlatmaya. Ama ne konuşacaktık ki? Çok şey olurdu konuşacağımız. Birbirimize anlatacak birer ömür olacaktı en basitinden. Ama ya hiç konuşamasaydık o gün? Heyecandan aklımıza bir tek şey bile gelmeseydi? "Bir dahaki sefere." deyip erteler miydik acaba? Büyük hayal kırıklığı olurdu. Ama o bile mutlu ederdi beni, şimdiki halimize nazaran.

Evet biz böyle olmadık. Hep yan yana olduk. Hep dip dibe. Hiç sevgi görmedim senden. Zaten ben de bir süre sonra kestim seni sevmeyi. Her daim verdiğin tek hediye hayal kırıklığı oldu. İhtiyacım olduğunda göremedim seni yanımda. Ne zaman kendim için bir şey yapacak olsam ayak bağı oldun. Sadece benim değil, herkesin, her adımında kendini düşündün. Çünkü sen; kimseyi sevmeyen, bencil birisisin. Hep öyleydin ve öyle kalacaksın. Zaten bunun için seni suçlamam da yanlış, çünkü bu senin mizacın ve hiçbir zaman değişmeyeceksin.

Ne bileyim işte. Tanımasaydım seni. Benim için bir merak unsuru olsaydın. Yanımdayken hissettiğim eksikliğini, sen uzaktayken daha az  hissederdim belki. Belki o zaman severdim seni. Belki o zaman yanımda isterdim...

1 Aralık 2012 Cumartesi

Rabarba



Set ortamı iğrençtir. Herkes birbirine bağırır, hakaret eder, ast, üstüne yalakalığın kralını yapar. Hani az önce "aptal gerizekalı, siktir git" diyen şefine, "al abim, sana çay getirdim" yavşaklığında insanlar düşünün.

Saatlerce mal kolisi gibi beklersin bir köşede, sonra bir anda bir şeyleri yetiştirme zorunluluğunda olursun, deli gibi koşuşturmaya başlarsın. Anormal saatler kalırsın sette. Bazen 24 saati devirirsin. Garip bi şekilde orada bayılmadan çalışırsın. Sonra serviste, metrobüste, bir kenarda uyuyuverirsin. O saatten sonra her yer yatak olur sana.

Aptal da vardır sette çok. Bayağı, bildiğin, iki kelimeyi bir araya getiremeyen, herhangi bir konuda bir bilgisi veya fikri olmayan, yıllardır bu işte çalışmasına rağmen saçma sapan sorular soran, ortalama her insanın bir köşesinden tutabileceği bir işi beceremeyen aptal insanlar vardır. Ve onlar senden kıdem olarak yüksektir bazen. Eee saniyede 1000 dil darbesi atma gibi yetenekleri tüm aptallıklarını kapatır.

Dün, -isim vermeyeyim- bir dizi setine günlük olarak desteğe gittim. Bu söylediklerim elbette vardı. Ezbere iş yapan yönetmen ve ekip şefleri, yeteneksiz reji, yetersiz teknik elemanlar vardı birçok yerde olduğu gibi. Üç saatte bitecek işi on saatte bitirebilmek, akşam paydos etmen gereken sette sabahlamak her babayiğidin harcı değil tabi. Ama bunlar olur. Her zaman oluyor. Bir insan işinde kötü olabilir, yetersiz olabilir, yeteneksiz olabilir. Ama insan olacaksın abi!

Saat geceyi geçmiş, sabahı bulmuş, insanlar zombiye dönüşmüş, sen ortalarda hayvan gibi yırtınıp, çığlık, çığlığa bağırıyorsun. Figüranları tartaklıyorsun. Onları, o üç kuruşluk beyninle kendinden küçük görüp, aşağılıyorsun. Hakaret ediyorsun. Neden? Çünkü sen yönetmen asistanısın ortalığın anasını sikebilirsin. Ufacık çocukların işini erken bitirip yollamak yerine, son saniyeye kadar sette tutuyorsun. Onlara da itiş kakış eşliğinde bağırıyorsun. He senin başındakin de seni aşağılıyor tabi. Hakaretler ediyor, emirler yağdırıyor. Sen de "piki hocam" diye pervane oluyorsun götünde. O yavşak, sen ondan daha yavşak, böyle sürüp gidiyor...

Kısacası henüz iki senedir bu piyasada olmama rağmen tiksindim birçok şeyden. Siz siz olun, çocuğunuz "baba ben sinema-tv okuyacağım, sette çalışacağım" derse caydırıcı olun.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Güle Güle Kaptan


Alex De Souza gitti...

Çok sevdiğim futbolcular oldu bu takımda. Hayranı olduğum, izlerken tüylerimi diken diken eden, hata yaptığında küfür edemediğim, kızamadığım... Giderken "keşke daha fazla oynasaydı." dediğim, üzüldüğüm...

Ama hiçbirisi giderken ağlatmadı beni, onun gibi. Hiçbiri kaptan değildi. O sanki altyapıdan yetişmiş, tribünlerden gelmiş gibiydi. Fenerbahçe futbolcusu değildi. Fenerbahçeliydi. Yabancı değildi, TC vatandaşıydı sanki. Yeri geldi mi milli takımda birkaç saniye gözüm arardı onu. Sonra derdim ki, "ulan adam Brezilyalı, kendine gel."

Çok güzel goller attı, izletti kendini, coşturdu bizi. Kaç kere bir tarafımızı kurtardı, ipten aldı hatırlamıyorum bile. Bu yüzden kaptandı, bu yüzden sahada reisti.

Galatasaraylılar, Beşiktaşlılar istemezlerdi onu. Gitmesini isterdi. Çünkü beğenirlerdi Alex'i. Severlerdi de. Efendiydi çünkü, herkesin "adam gibi adam" ilan edildiği bir ortamda "adam" olan ender insanlardandı. Küfür edemezdi kimse ona. Eden de pişman olurdu. Hani o an yanında olsa "kusura bakma abi, ağzımdan kaçtı." diyecek gibiydi insanlar...

Rekor üstüne rekor kırdı. Gol kralı oldu, asist kralı oldu, istatistikleri yerle bir etti. Rakipler her sene büyük isim getirdiğinde karşılaştırıldı onlarla. Hepsi gitti, o kaldı. En büyük olduğunu ispat etti.

Kelimeler yetmez ki. Daha anlatılacak çok şey var. Bu adam artık gidiyor. Ne yüzünden? Aykut Kocaman'ın sürekli kabul ettirmeye çalıştığı saçma sapan otoritesi ve bitmeyen egosu yüzünden. Öyle veya böyle, ister suçlu, ister suçsuz bu asırlık kulübün tarihine leke sürmüş Aziz Yıldırım'ın "Ben bu kulübün en büyüğüyüm, buranın patronuyum." egosu yüzünden. Fenerbahçe'nin Futbol takımına Aykut'un teknik direktörlük dönemi ve Aziz Yıldırım'ın başkanlığından daha büyük katkısı, daha büyük emeği var bu adamın. Siz kimsiniz ki? Sinir krizinden, millete dalga geçecek malzeme vermekten başka ne verdiniz bize? Aykut'un aldığı hala tartışılan, başımıza bela olan şampiyonluk da, Aziz Yıldırım'ın yaptığı tesisler de, binalar da sizin olsun. O yüreğini verdi bize. Öyle sevgimizi kazandı. Ve siz bunu hazmedemediniz. Utanmadan A2 takıma, çoluk çocukla sahaya çıksın diye adamı kadro dışı bıraktınız. Dalga geçtiniz üstelik.

Siz kim olduğunuzu bu ve benzeri yorumlara bakarak anlamaya çalışın. Taraftarın nefretinden, söylemlerinden. Alex ise kim olduğunu taraftarın cebinden verdiği parayla yapılan o heykele bakarak görebilir. Aranızdaki fark bu işte.

Güle güle kaptan. Bu taraftar sana hayran, senin yanında, seni hala çok seviyor.

Bir Fenerbahçeli, Buğra Özcanbey.