20 Ağustos 2009 Perşembe

The Nightmare Before Ramazan


Her sene olduğu gibi, bu sene de 11 ayın sultanı ramazan geldi çattı. Git gide daha da sıcaklaşan ramazan, bu sene ağustosta başlıyor. Efendim bu ne demek?

Her sene duyduğumuz, hemen hemen oruç tutan herkesin söylediği "açlık tamam da susuzluk çok zor oluyor ya!" cümlesini bu sene daha sık duyacağız. Günde en az 5 kişiden duyacaksanız bunu. Aslında çok da haksız değil bu klişe. En azından ağustos ayı için. 35 derece sıcakta günde 12 saat aç-susuz durmak kolay değil sonuçta.

Tabi ki oruç sadece yeme-içme durumu değil. Bunun içkisi var, küfürü var... Birçok şeyden uzaklaşıyor insanlar, kimisi sırf dinin farzı olduğu için, kimisi 1 aylığına da olsa huzuru (huzur içimizde!) bu şekilde aradığı için. Ama bu da neye tekabül ediyor?

-Bozulan sinirler!

Evet. Artık etrafımız, elinde bir elektirikli testere olsa çevresindeki herkesi doğrayabilecek derecede siniri bozulmuş insanlarla dolacak. Zaten gergin olan insanlar iyice gerilecek. Kanımca ramazanın en tehlikeli yanı da bu. Özellikle çalışan insanlarda tahammül namına bir şey olmayacaktır. Aman diyeyim.

Bir de mideye yüklenme durumu söz konusu. Bütün gün aç kaldıktan sonra, yemeklere saldırıp bir anda masayı silip süpürünce, sıkışan kalpler, ağrıyan mideler çoğalıyor. Ölen var lan bu yüzden. Buna da dikkat!

Kısacası içinde birçok güzellik de bulunduran ramazanın bu tarz tehlikeli yönleri de var. Onun içün, orucunuzu tutun, yemeğinizi yavaş yavaş yiyin, akşam nargile için, fasıla gidin, vakitlice eve dönün ve olaylara karışmayın!

13 Ağustos 2009 Perşembe

Soğur Zamanlar... (Bölüm iki: Kapıda biri var)


Nescafe kupasını masaya bırakır İlayda. Laptop'unu alır kucağına, "eski günler ;)" isimli fotoğraf dosyasını açar. Berk'le olan fotoğraflarına bakar. Yıldız Parkı'nda ördeklere bakarken Berk'in havuza düştüğü günü, Büyükada'da fayton turu yaparken turistlere el salladıkları o mini geziyi, babasının Silivri'deki yazlığında yaptıkları mini tatili, İstiklal'de gezinirken acıkmaları ve ceplerinde para olmayışları üzerine simit sarayında çaysız simitle idare ettikleri öğrencilik günlerini hatırlar. Hüngür, hüngür ağlamaktadır. Mesaj atar Berk'e;

"Seninle geçen günlerin kıymetini bilemediğimi biliyorum Berk. Ama burada olmam lazımdı, kaçmalıydım bir şeylerden. Nefes almalıydım Berk. Anlıyor musun? Nefes almalıydım..."

Berk bu "üç noktalı" mesajlardan bıkmıştır artık. İlayda'nın daha 18 yaşında kendisini Andy Warhol'un yanındaymışçasına entel bir hayatın içine atma çabasını, okuduğu kitapların, izlediği filmlerin kahramanlarının yaşamlarına özenmesini ve hepsinden öte Nutella sanki dünyanın en güzel yiyeceğiymiş gibi 7/24 onunla beslenmesini anlamıyordur. Ama aşıktır Berk. Onun yolunu izleyecektir. Şöyle;

"Kadınım! Sensiz dört duvar arasında, ağlayan pencerelere bakarken gündoğumunu sanki bir cenaze gibi izliyorum. İliklerim çürümüş. Yorgunum. Ne oldu da biz bu duruma geldik? Az mı sevdik? Çok mu sevdik? Biz nerede hata yaptık?"

diye bir mesaj atar. İlayda'nın Demet Akalın dinlemeyeceğinden emindir ve bu şarkının sözlerini de yazmıştır mesajında. Demet Akalın şarkısı olduğunu duysa, çoktan tuvalete gidip kusacak olan İlayda, sanki bir Poe şiiriymiş gibi etkilenir bu sözlerden. Kendi kendine tekrarlar; "Seni seviyorum Berk! Seviyorum..." Ağlamaktadır hüngür, hüngür. Son mesajı;

"Berk bana tek bir şey söyle"

şeklinde olmuştur. Berk'in yanıtı gecikmez;

"Seni seviyorum..."

İlayda "seni seviyorum" cümlesinden ve bilhassa "üç nokta"dan etkilenir. Daha çok ağlar. Derken İlayda'nın kapısı çalar. İlayda gözlerini silerek kapıya yönelir. Kapıyı açtığında karşısında şunu söyleyen bir ses vardır;

"Aşkım?"

Devam Edecek...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Soğur Zamanlar...


Bu bir aşk hikayesi... Bohem hayatın gerçekleriyle yüzleşmiş iki gencin zorlu aşk hikayesi. Başlayayım üçüncü şahıs olarak anlatmaya.

Efendim, çiftimiz Kabataş Lisesi'nde tanışıp, birbirini sevmiş iki adet gençten oluşmaktadır. İlayda ve Berk. Öss ayırmıştır yolları. Berk İstanbul Üniversitesi-işletme kazanırken, İlayda Eskişehir Anadolu Üniversitesi-Reklamcılık kazanmıştır. Uzak mesafe ilişkisinin taşlı yollarında düşe, kalka hayatlarına devam eden iki genç lisedeki o çılgın, o sıradışı, o çocuksu aşklarını özler olmuştur. Ayrılıp, barışmalar bile başlamıştır. Son ayrılığın ardından bir mesaj gelir Berk'in telefonuna.

Her şey, İlayda'nın attığı o mesajla başlar...

"Kar sanki içime yağıyor Berk. Üşüyorum. İçim üşüyor... Şimdi "Puffy" ile resimlerine bakıyoruz. Bir yandan nutella yiyoruz Puffy ile. Gerçi ona ciğerli whiskas ile yediyorum ya her neyse... Özlüyorum seni Berk. Her şeye rağmen özlüyorum. Ve üşüyorum sensizken. Nasıl oldu da soğuduk?"

Berk okuyunca sinirlenir. Tam manasıyla deliye döner. Hemen yazmaya koyulur;

"E soğur tabi! Hayret bir şey ya! Kalktın gittin Eskişehir'e ne olacaktı? İkimize de yazık ettin İlayda, yazık ettin..."

İlayda bu mesaj karşısında şaşkındır. Biraz da kırılmıştır. Gözünden iki damla yaş süzülür. I-pod'undan "Portishead - Sour Times" açar ve kahvesinden bir yudum alır...

Devam Edecek...

7 Ağustos 2009 Cuma

Piyon ve Mat


"Herkes kendi hayatının başrolündedir."

Mevzuya bu yönden bakacaksak, ben de şunu söylüyorum. Tamam belki başrolde ben varım. Oyun "ben" üstüne kurulu. Ama ben hiç şah olmadım! Olamadım.

Geçmiş döneme bakıyorum. Şahı da başka, veziri de başka. Koca götlü fili de başka, sadece "L" şeklinde koşturulan atı da. Nasıl bir oyunsa bu, ben de anlamadım, baş rolü piyon. Yapılması gerekeni yapan, çok fazla seçeneği olmayan, ileri doğru küçük adımlar atmaya çalışan, yanlış adım attı mı geri dönemeyen, yeri geldi mi sağa-sola bile kaçamayan basit bir piyon. Karşı kaleyi fethedip, en azından vezir olma hayalini barındıran, ancak bunun hayalden öteye gidemeyeceğini bilen bir piyon. Hep piyon olarak kalacak bir piyon.

Dolayısıyla her bir düşüşte mat oluyorum. Daha kalelerim düşmeden, vezirim hareket etmeden, dandik atım "L" çizmeden ve şahım götünü kaldıramadan kaybediyorum.